
Bu bölümde, hem dini öğretiler hem felsefi yaklaşımlar hem de bireysel bakış açılarından yola çıkarak bu soruyu derinlemesine inceleyeceğiz.
İnsanın varoluşu hakkında sorduğu ilk soru genellikle şudur: “Neden buradayım?” Ardından daha karmaşık bir soru gelir: “Beni buraya kim veya ne getirdi?” Ancak bu soruların ötesinde, bir adım daha ileri giderek şunu sorarız: “Eğer bir yaratıcı varsa, neden rızamı almadan beni yarattı?”
Bu soru, insanın özgür iradesini, bilinçli varoluşunu ve Tanrı ile olan ilişkisini sorgulayan bir derinlik taşır. İnsan, varoluşunda rıza ve özgürlük arayışındadır.
Dinlerin bu soruya verdikleri cevaplar genellikle, Allah’ın mutlak hikmet ve irade sahibi olduğu gerçeği etrafında şekillenir. İslam, Hristiyanlık ve diğer teistik inanışlarda, Tanrı’nın insanı bir amaç doğrultusunda yarattığına inanılır. Ancak bu yaratılış, genellikle insanın anlayışını aşan bir hikmete dayanır.
İslam inancına göre Allah, insanı yaratma konusunda kimseye danışma ihtiyacı hissetmez. Kur’an’da Allah, İnsanı Kendi iradesiyle yarattığını ve bir sınava tabi tuttuğunu ifade eder. Şu ayet bu durumu açıklar:
“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zaiyat,56)
Bu ayet, yaratılışın bir amaca hizmet ettiğini gösterir ki o da Allah’a kulluk ve ibadet. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var ki o da “İbadet” kavramı.
İbadet, insanın anlam arayışını ve varoluşsal yolculuğunu kapsar.
İslam’da insanın yaratılışı, özgür iradesiyle seçim yapabileceği bir sınavın parçasıdır. Allah, insanı yaratırken ona irade, akıl ve seçim yapma özgürlüğü vermiştir. Bu, insanı diğer varlıklardan ayırır. Ancak bu sınavın bir parçası olarak, insanın rızasının alınması beklenmez. Çünkü sınavın kendisi, Allah’ın ilahi planının bir parçasıdır.
Felsefi açıdan bakıldığında, bu soru bir başka tartışmayı beraberinde getirir: İnsan, var olmadan önce rızasını nasıl verebilir? Çünkü rıza gösterebilmek için önce bir bilinç, bir varlık ve bir farkındalık gerekir. Bu nedenle, bu soru kendi içinde varoluşsal bir paradoks içeriyor.
Sartre, insanın “dünyaya fırlatılmış bir varlık” olduğunu söyler. Ona göre, insanın varoluşu, herhangi bir önceden belirlenmiş anlamdan yoksundur. İnsan, kendi anlamını kendisi yaratır. Sartre’ın bu görüşüne göre, varoluş rızadan bağımsızdır çünkü insan, önce var olur, ardından bu varoluşun anlamını sorgular.
Leibniz, Tanrı’nın “en iyi dünyayı” yarattığını savunur. Ona göre, Tanrı, mümkün olan en iyi senaryoyu yaratmıştır ve bu dünyada var olan her şey bir hikmet taşır. Bu yaklaşımda, insanın rızası, Tanrı’nın planına kıyasla önemsiz bir detaydır. Çünkü Tanrı’nın ilahi bilgeliği, insanın sınırlı anlayışını aşar.
Ve Nietzsche, Tanrı’ya ve yaratılışa dair geleneksel anlayışlara meydan okur. Ona göre, insan kendi kaderini belirlemek zorundadır. Bu bakış açısı, yaratılışın rızaya dayalı olmamasını bir sorun olarak görür ve insanı kendi anlamını yaratmasına davet eder.
Evet arkadaşlar, Kendi bakış açımdan bahsedecek olursam o da şu şekilde ;şimdi , din ve felsefenin ötesinde, bu sorunun kişisel bir boyutu vardır. İnsan, kendi varoluşunu anlamlandırmak için bu tür sorulara başvurur. Ancak şu soruyu kendimize de sormamız gerekir:
• Eğer yaratılmadan önce bize rızamız sorulsaydı, var olmayı kabul eder miydik?
Şimdi , Bu sorunun cevabı, kişisel deneyimlerimize ve varoluş algımıza bağlıdır. Hayatın güzellikleri ve zorlukları, bu soruya farklı cevaplar vermemize neden olabilir. Ancak yaşamın içinde anlam arayışı, çoğu zaman insanın varoluşunu kabul etmesini sağlar.
“Allah neden rızamızı almadan bizi yarattı?” sorusunun kesin bir cevabı olmasa da, onun üzerine düşünmek insanın kendi varoluşunu ve anlamını sorgulaması için bir kapı aralar.
Yani Belki de bu sorunun cevabı, yaşamın kendisindedir. Çünkü insan, anlamını kendisi yaratır. Allah, bize bir başlangıç sunmuş olabilir, ancak bu başlangıcı nasıl sürdüreceğimiz bizim elimizdedir.
Akışta ve hoşçakalın.