Home
Categories
EXPLORE
True Crime
Comedy
Business
Sports
Society & Culture
History
Fiction
About Us
Contact Us
Copyright
© 2024 PodJoint
00:00 / 00:00
Sign in

or

Don't have an account?
Sign up
Forgot password
https://is1-ssl.mzstatic.com/image/thumb/Podcasts211/v4/c5/e1/f4/c5e1f4ee-2c9c-5b8d-de1f-6caaf44185dc/mza_12961107761538139373.jpg/600x600bb.jpg
Akış
Kültür
25 episodes
18 hours ago
Bu kanalda ilgi çekici Tarih , Felsefe ve Edebiyat alanlarında podcastler yayınlanır.
Show more...
Books
Arts
RSS
All content for Akış is the property of Kültür and is served directly from their servers with no modification, redirects, or rehosting. The podcast is not affiliated with or endorsed by Podjoint in any way.
Bu kanalda ilgi çekici Tarih , Felsefe ve Edebiyat alanlarında podcastler yayınlanır.
Show more...
Books
Arts
Episodes (20/25)
Akış
Cüneyt Arkın Felsefesi

Müzik :Francis Lai - La Course Du Lievre A Travers Les Champs (1972)

Cüneyt Arkın’ın felsefesi önce bedende başlar.

Onun sineması konuşmaz, çarpar.

Cümle kurmaz, yumruk atar.

Teori üretmez, yaralanır.

Onun bedeninde felsefe şuradan geçer:

“Hak, ancak acıya katlanabilenlerin omzunda yükselir.”

Her düştüğünde yeniden kalktı.

Bu yalnızca bir dublörsüz cesaret değildi.

Bu, halkın kaderini simgeleyen bir metafordu.

Çünkü halk da böyleydi:

Düşer.

Kalkar.

Dövülür.

Ama teslim olmaz.

Cüneyt Arkın’ın filmlerinde devlet çoğu zaman uzaktadır.

Hakim gelmez.

Kanun işlemez.

İşte o boşlukta vicdan yürür sahneye.

Mesela Malkoçoğlu…

Burada Arkın’ın kılıcı yalnız düşmana değil, zulmün kendisine sallanır.

Mesela Battal Gazi…

Burada savaş sadece Bizans’a karşı değil, korkuya karşıdır.

Onun felsefesi şunu söyler:

“Adalet bazen bir mahkeme kararından değil, bir insanın yüreğinden doğar.”

Batı’nın kahramanı seçkindir.

Soyludur.

Cüneyt Arkın’ın kahramanı ise:

– Yoksuldur

– Köylüdür

– Yarası vardır

– Açtır

– Ama onurludur

Onun felsefesi burada Nietzsche’ye değil, Anadolu’ya yakın durur.

Üstinsanı değil, direnen insanı anlatır.

Kahramanlık  bir doğuştan hak değil,

Bir ahlaki yükümlülüktür.

Bu çok önemli:

Cüneyt Arkın sinemasında şiddet bir zevk değil,

Bir zorunluluktur.

Modern filmlerde şiddet estetiktir.

Onda ise acı doludur.

Çünkü onun dünyasında kötülükle müzakere edilmez.

Kötülükle hesaplaşılır.

“Zulüm merhametle durdurulmaz, cesaretle durdurulur.”

Bu serttir.

Ama bu, bir yanda da Anadolu’nun bin yıllık adalet algısıdır. Öyle değil mi?

Cüneyt Arkın tarihi bir dekor olarak kullanmadı.

Tarihi bir ahlaki hafıza olarak kullandı.

Onun tarih anlayışı nostaljik değil, hesap sorucudur.

Cüneyt Arkın filmlerinde ölüm:

– Trajik değildir

– Korkutucu değildir

– Sessiz de değildir

Ölüm, bir bedeldir.

Ve bedel, anlam üretir.

Onun dünyasında bir insan:

Ya yaşar.

Ya direnir.

Ya da şerefiyle tamamlanır.

Cüneyt Arkın yalnız bir aktör değil, gerçek hayatta bir doktordu.

Yani o:

İnsanı hem ameliyat masasında gördü,

Hem savaş meydanında.

Bu yüzden onun gözünde insan:

Ne yalnızca bir beden,

Ne de yalnızca bir ruhtu.

İnsan, yaralanabilir bir emanetti.

Cüneyt Arkının Maden filminde bir bölüm akıllara kazınmıştır maden işçilerinin sendikasının  üst yönetimi patron yalakasıdır ve birlikte hareket ederler işçilerin değil patronun menfaatini önde tutar. Ve akıllara kazınan sahne şöyledir.

Akrep Yuvası filmde ise sigara satan çocukları polis tutuklar ve bunu öğrenen komiser Kemal  çocuklarla  ilgili komiserine böyle serzenişte bulunur.

Cüneyt Arkın hınç filminde bir sahnede kız kardeşiyle konuşurken adeta gençlerin özgürlük manifestosunu yazar.

Cüneyt arkının Robin hood’un Türkiye şubesi olduğunu gösteren bolca sahneler vardır  

Bu sahnede Fatoşla bir kafe pub tarzı bir mekanda otururlarken genç grup yaşlı bir gaziyle dalga geçer ve ortaya böyle bir diyalog çıkar 

Yıkılmayan adam filminde dönemin siyasi gerilimlerine dem vurur ve deniz gezmiş,Yılmaz güney  göndermeleri bulunur.

Yıkılmayan adam filminde yine bi sahne vardır ki  Cüneyt Arkının yani Çakırın  sevdiği kızın yani Fatoş’un  babası memduh bey ile  bir diyalog geçer.  Önce baş rollerimizin nasıl tanıştığına bakalım. Çakırla Fatoş bir Darülacezede Kütüphane benzeri bir yerde  tanışır bu sahnede Maksim Gorkinin bir kitabını seçer Fatoş ama kitap ismi telif hakkından dolayı mıdır bilinmez ismi buğuludur.

Kızın babası genç Çakırı’ın parasının olmadığını ve onu sevmediğini açıkça söyler Çakır’ın  ise kızın babasıyla eskiye dair hesaplaşması vardır ve Kızın Fatoş’un babası Memduh bey  Çakırın babasını zamanında dolandırıp ve zorla yıktırıp evini alıp tam oraya  ünlü blok apartmanlarını yaptırmıştır. Çakırın  sözleri kurşun gibidir.

Bir sahnede  dünyada bu yaşananların tüm suçlusu Fatoşmuş gibi Fatoşa yüklenir. Abi tamam sakin otur bi papatya çayı iç diyesi geliyor insanın.

Kemal Sunal gülerdi.

Cüneyt Arkın vururdu kırardı maskülendi.

Ama ikisi de şunu diyordu:

“Bu düzen adil değil.”

Show more...
5 days ago
14 minutes 8 seconds

Akış
Kemal Sunal Felsefesi


Kemal Sunalın bilinen yüzünden çok bilinmeyen yüzüyle sizleri tanıştıracağım Bu, onun filmlerindeki sessiz isyanın, absürt mizahın ardındaki protest felsefenin hikayesini anlatacağım

Kemal Sunal, yalnızca bir oyuncu değil, bir düşünürdü. O, gülmenin bir direniş olduğunu, mizahın sessiz bir devrim yaratabileceğini gösterdi bizlere. Şimdi onun filmlerine, satır aralarına gizlediği bu derin felsefeye birlikte bakalım.

Kemal Sunal’ın karakterlerini genelde yoksul, saf, hatta “ezik” olarak nitelendirebiliriz. Ama o “ezikliği” bir güç haline getirdi. Şimdi size filmlerinden bazı kesitler dinleticem.

100 numaralı adam , Kibar Feyzo, İnek Şaban… Her biri, bir düzen eleştirisinin farklı yüzleriydi. Şaban, köy ağalarına karşı bir çığlıktı. Feyzo, ataerkil düzenin bir başkaldırısı. Davaro, adaletin kara mizahla sorgulanışıydı. Davaro’da bir sahne var ki Anadolu da ki kan davası olaylarını mizahi şekilde böyle  ele alır 

Düşünün, 70’ler ve 80’ler Türkiye’sinde toplumsal eşitsizlik alenen hissediliyordu. Gerçi hala değişen bir şey yok ama  orası ayrı konu neyse . İdealist sloganlarla değil, gülen bir suratla isyan eden Kemal Sunal karakterleri, halkın kendini görüp rahatladığı bir ayna görevi gördü.

Sunal’ın filmlerinde göz ardı edilen bir detay daha var ki arkadaşlar , o da onun sessizliği. Karakterleri çoğu zaman az konuşur. Çünkü onun derdi sözden çok eylemdi. Kibar Feyzo’nun köy meydanında “Ağalık kalkacak!” deyişi; ya da Süt Kardeşler’deki saf bir kahkahanın ardında aslında derin bir haksızlık eleştirisi saklıdır. O, alaycı bir dille toplumun en büyük yaralarına dokunur.

Ama Kemal Sunal’ın protest felsefesi yalnızca toplumsal değildir. O, bireyin kendi içindeki çatışmalarına da ışık tutar. Mesela, Tosun Paşa’da sınıfsal çatışmaların mizahi bir sunumu varken, Hababam Sınıfı’nda, eğitim sistemine yönelik ince bir eleştiri vardır. İdealist öğretmenle, “sisteme uyan” öğrenciler arasındaki çatışma, tam da o dönemin Türkiye’sindeki sistem eleştirisinin bir metaforudur.

Onun kahramanları, sıradan insanlardır. Ama belki de tam da bu yüzden kahramandırlar. Çünkü o, sıradanlığın içindeki olağanüstülüğü gösterir. Protestosunu ne kılıçla ne silahla yapar. O, gülüşle direnir.

Belki de Kemal Sunal’ın bize verdiği en büyük ders şuydu: İsyan etmek için sesinizi yükseltmenize gerek yok. Bazen bir kahkaha, bütün bir sistemi yıkmaya yeter.

Kemal Sunal’ın gülen yüzünde saklı olan o derin felsefeyi sizlere anlatmaya çalıştım. Onu yalnızca güldüren bir aktör olarak hatırlamayalım. Onu, güldüren ve düşündüren bir karakter olarak analım. Çünkü gülüşler, bazen gözyaşlarının en güçlü silahıdır.


Show more...
1 week ago
7 minutes

Akış
Ölümden sonra hayat var mı?| Ahiretin evrimi

Müzik : Lucas King - Sociopath


“İnsan, gökyüzüne baktığında yalnız yıldızları değil; kendi sonunu, sonsuzlukla bağını ve varoluşunun anlamını da görür…”


Ahiret düşüncesi nasıl evrildi?


Ve bu düşünce, antik çağ uygarlıklarında nasıl doğdu, nasıl büyüdü ve bugünkü inançlara nasıl zemin hazırladı.


İlk insanlar için ölüm, bir bilinmezdi. Korkunun, merakın ve kabullenemeyişin iç içe geçtiği bu deneyim, zamanla ritüellere dönüştü.


Antropolojik bulgular gösteriyor ki, Neandertaller bile ölülerini gömerken yanlarına taş aletler, hayvan kemikleri, çiçekler koyuyorlardı.


Bu, bir “sonrasına” inancın ilk ipucusuydu.


İnsanoğlu, ölümü son değil, bir geçiş olarak anlamlandırmaya başladı. Ve böylece “ahiret” fikrinin tohumları, henüz yazı yokken, mağara duvarlarında çizilen figürlerle filizlendi.

Antik Mısır, ahiret inancını en sistematik ve görkemli şekilde şekillendiren uygarlık oldu.


Ölüler için inşa edilen piramitler, aslında tanrılarla kurulan kalıcı bir bağın mimarisiydi.

📜 Mısır'ın Ölüler Kitabı…

Bu metin, ruhun ölümden sonra kat etmesi gereken yolları, geçmesi gereken sınavları anlatır.


Kalp, adalet tanrıçası Ma’at’ın tüyüyle tartılır. Eğer kalbiniz hafifse, öte dünyaya kabul edilirsiniz. Ağırsa… sonsuz yokluk.




Burada ahiret, ahlaki bir düzenin devamıydı. Yani Tanrılar, sadece ibadet değil; doğru davranış da bekliyordu.

Sümerler, Akadlar, Asurlular… Onlar için ahiret, daha karanlık ve gölgeli bir dünyaydı.


“Gılgamış Destanı”nda ölüler yer altında tozla beslenen, sessizliğe gömülmüş varlıklardır.


Cennet yoktur. Cehennem de yoktur. Sadece bir boş ülke.

Bu da bize gösteriyor ki her kültür, ahireti kendi coğrafyası, iklimi ve toplumsal düzeni içinde şekillendirmiştir.

Yunan filozofları, özellikle Pisagor ve Platon, ruhun bedenden bağımsız bir varlık olduğunu savunurlar.

Platon’a göre, ruh bir hapistedir ve ölümle özgürleşir.


Ölümden sonra ruh, ya sonsuz mutluluğa ulaşır ya da bedenlenerek tekrar dünyaya döner.


Orpheus inançları ve Eleusis Gizemleri gibi mistik kültler, reenkarnasyon düşüncesini taşıyarak, ruhun tek bir yaşamla sınırlı olmadığını anlatır.

Bu bakış, Doğu mistisizmiyle Yunan felsefesinin iç içe geçtiği bir alandır.

Zerdüştlük, ahiret inancı açısından önemli bir dönüm noktasıdır.


İlk kez burada, iyiler ve kötülerin ölümden sonra ayrıldığı, bir cennet ve cehennem kavramı belirginleşir.

Zerdüşt’ün öğretilerinde, insan seçimlerinden sorumludur.

Ahiret, bu seçimlerin doğrudan karşılığıdır.

Bu anlayış daha sonra Yahudilik, ardından Hristiyanlık ve İslam inançlarına da temel oluşturdu.

İslam’da ahiret, bu dünyanın bir yankısıdır.

İyilik yapan mükafatını alır, kötülük yapan cezasını.

Kur’an’da bu fikir çok açık ve nettir:

“ Her canlı ölümü tadacak ve sonunda dönüp huzurumuza geleceksiniz.

.” (Ankebut, 57)


İslam ahiret anlayışı, yalnız bireysel değil; toplumsal bir ahlak sistemi inşa eder.

Mizan, Sırat, Cennet ve Cehennem gibi kavramlar, bu büyük hesap gününün sahnelerini oluşturur.

Binlerce yıl boyunca farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerde şekillenen ahiret inancı, aslında aynı temel duygunun farklı ifadeleridir.

Kimi zaman görkemli tapınaklarda, kimi zaman mağara resimlerinde, kimi zaman sessiz bir mezar taşında yankılanan bu soru, insanlığın en derin arayışlarından biridir.

ahiret dediğimiz şey, bu dünyadaki davranışlarımızın yankısı olabilir.

Belki de o, içimizde büyüttüğümüz bir adalet duygusunun evrensel yansımasıdır.


Hoşçakalın...

Show more...
2 weeks ago
5 minutes 6 seconds

Akış
Mağara Alegorisi | Matrix | Gerçeklik Algısı


Müzik : Adam Hurst - Spiritus


Karanlığın içinde doğduğunu hayal et…

Bir mağaranın soğuk taş duvarlarına zincirlenmişsin. Ne başını çevirebiliyorsun ne de arkanı dönebiliyorsun. Tek görebildiğin, duvarın yüzeyine yansıyan gölgeler…

Bir ateş var arkanda, ateşin önünden geçen insan siluetleri, hayvan figürleri, taşınan nesneler…

Senin için dünya işte o gölgelerden ibaret.

Gerçeklik… o duvarda dans eden şekillerden ibaret. 

Bu sahne, Platon’un “Devlet” adlı eserinin yedinci kitabında yer alan ünlü “Mağara Alegorisi”dir. Ve insanın bilgiye, hakikate ve aydınlanmaya giden yolculuğunu simgeler.

Platon’a göre bizler, tıpkı o mağaradaki tutsaklar gibiyiz.

Duyularımızın, alışkanlıklarımızın ve toplumsal kabullerin zincirleriyle bağlıyız.

Gerçeği değil, gerçeğin gölgesini görüyoruz.

Ama bu gölge oyununu gerçek sanıyoruz.

Platon bu alegoriyi, M.Ö. 4. yüzyılda, Atina’nın politik çalkantılarla dolu döneminde yazdı.

Demokrasinin yozlaştığını, halkın çoğu zaman bilgi yerine kanaatle hareket ettiğini gözlemliyordu.

Sokrates’in idamını da bu körlükle açıklıyordu:

Toplum, hakikatin sesine değil, kalabalığın gürültüsüne inanmıştı.

Platon’un felsefesi bu yüzden sadece düşünsel bir sistem değil, ruhun uyanış çağrısıydı.

Ona göre hakikat, duyuların ötesindeydi.

Gözle görülen dünya —ideaların, yani mutlak gerçeklerin bir yansımasıydı.

Tıpkı mağaradaki duvarda görülen gölgeler gibi.

Platon’un alegorisinde dört temel aşama vardır:

Mağara – Cehaletin ve duyusal dünyanın sembolü.

Zincirlerin çözülmesi – Şüphe etmenin, sorgulamanın başlangıcı.

Dışarı çıkış – Ruhun acı verici şekilde hakikate alışması.

Güneş – En yüce idea, yani İyi’nin bilgisi.

Güneş burada yalnızca ışık değil, varlığın kaynağıdır.

İnsan gözü nasıl ışık olmadan göremezse, akıl da iyilik ideası olmadan gerçeği bilemez.

Platon, bilgiye ulaşmanın zorlu ve sancılı bir süreç olduğunu söyler.

Hakikati görmek, zincirlerini kırmak demektir —ve zincirlerini kıran insan artık eski dünyasına dönemez.

Çünkü o, gölgelere artık inanamaz.

Matrix filmi, mağara alegorisine değinir ve bir sahnede Morpheus Neoya şöyle der  15 saniye bekle  ; “ Gerçek olan nedir ? Gerçeği nasıl tanımlarsın ? Eğer hissedebildiklerinden, kokusunu alabildiklerinden, tadıp görebildiklerinden bahsediyorsan onlar beynin tarafından yorumlanan sinyallerdir. ”

Bu alegori, sadece bir felsefi anlatı değil, aynı zamanda insanlığın içsel mitidir.

Mağara, insanın bilinçaltıdır.

Zincirler, korkularımız;

Gölgeler, inandığımız yalanlardır;

Güneş ise bilgelik, sevgi ve varoluşun hakiki anlamıdır.

Tıpkı bir şairin, bir sanatçının ya da bir filozofun yaptığı gibi…

İnsan, kendi karanlığından geçmeden ışığa ulaşamaz.

Kendi mağarasını terk etmeyen, gökyüzünü hayal bile edemez.

Dante’nin cehennemi, Nietzsche’nin “Tanrı öldü” çığlığı, Camus’nün “Sisifos Söyleni”…

Hepsi, Platon’un mağarasından çıkan o ilk insanın farklı yankıları gibidir.

Çünkü hakikatle yüzleşmek, yalnızlıktır.

Aydınlanma, bazen karanlıktan daha acı verir.

Bugünün dünyasında mağaralar taş duvarlardan değil, ekran ışıklarından örülüyor.

Gerçeğin yerini imgeler, gölgelerin yerini dijital yansımalar aldı.

Biz hâlâ mağaradayız, ama artık zincirler görünmez.

Algoritmalar, ideolojiler…

Hepsi bize “gerçek” diye sunulan yeni gölgeler üretiyor.

Platon’un uyarısı hâlâ geçerli:

“Bilgi” sandığımız şey, belki de sadece başka bir gölge.

Gerçeklik, ona dokunmakla değil, onu sorgulamakla başlar.

Belki de hepimiz kendi mağaramızdan çıkmaya çalışan bir ruhuz.

Kimi gözlerini ışığa çevirdiğinde yanar, kimi yeniden gölgelere sığınır.

Ama bazıları vardır ki…

Gözlerini kamaştıran o ışığı bir kez gördüğünde,

bir daha karanlığa dönemez.

İşte, filozof dediğimiz insan odur:

Kendisi için değil, hâlâ mağarada oturanlar için geri dönen kişi.

Gölgelere inanmak kolaydır…

Ama hakikati görmek, cesaret ister.

Hoşçakalın.

Show more...
1 month ago
5 minutes 39 seconds

Akış
Pascalın Kumarı ?

Müzik :Vivaldi: The Four Seasons, Concerto No. 2 in G Minor, RV 315 "Summer"


Pascal’ın Kumarı…

Bir adam düşünün: matematikçi, fizikçi, dindar bir Hristiyan ve aynı zamanda insan aklının sınırlarını sorgulayan bir düşünür.

Blaise Pascal.

Bugünkü bölümde, onun “kumar” metaforuyla inancı nasıl rasyonel bir temele oturttuğunu; bu düşüncenin tarihsel bağlamını, felsefi derinliğini ve edebiyatla kurduğu bağı anlatacağım

17.yüzyıldayız. Avrupa karanlık bir yer.

İnanç ile bilim arasında sarsıntılı bir ilişki var.

Bir yanda Galileo’nun kiliseyle olan çatışması, diğer yanda Descartes’ın akıl çağrısı…

Genç yaşta büyük fiziksel acılar çekiyor, hastalıklarla boğuşuyor.

Ve sonunda maneviyata yöneliyor.

Katolikliğin mistik ve içsel bir yorumu olan Jansenizm ile tanışıyor.

Hayatının son yıllarında büyük eseri olan  (Düşünceler) üzerine çalışıyor.

İşte Pascal’ın Kumarı, bu düşünce kırıntılarından birinde yer alıyor.

Bir not defterinin kenarına yazılmış gibi, ama yüzyıllardır yankılanıyor…

Peki nedir bu kumar?

Pascal, Tanrı’nın varlığı hakkında rasyonel bir ispat sunmaktan vazgeçmiştir.

Çünkü ona göre akıl, Tanrı’yı tam olarak kavrayamaz.

Ama burada ilginç bir şey yapar:

Tanrı’nın var olup olmamasını bir bahis gibi düşünür.

Şöyle der:

“Tanrı’nın var olup olmadığı konusunda bir kumar oynamak zorundasın. Tarafsız kalamazsın. Ya inanırsın ya da inanmazsın.”

Ve şöyle devam eder.

Eğer Tanrı’ya inanırsan ve O varsa, sonsuz kazanç elde edersin: cennet.

Tanrı’ya inanırsın ama O yoksa, pek bir şey kaybetmezsin. Belki biraz dünyevi zevk?

Ama Tanrı’ya inanmazsan ve O varsa, sonsuz ceza: cehennem.

İnanmazsan ve Tanrı yoksa, hiçbir şey kazanmazsın.

O hâlde mantıklı olan, en az riskli ve en çok kazançlı olanı seçmektir: İnanmak.

Bu, olasılık kuramının bir tür etik versiyonudur.

Ama dikkat: Pascal burada sadece faydacı bir hesap yapmıyor.

Aslında, aklın sınırlı olduğu bir alanda nasıl karar vereceğimizi sorguluyor.

Bir tür varoluşsal oyun teorisi…

Yani Pascal’ın argümanı sadece Hristiyanlık için değil, tüm tanrılar için aynı anda çalışabilir mi?

Pascal bu tür itirazları büyük ölçüde sezgisel ve kalbi bir imanla aşmaya çalışır.

Ona göre:

“Kalbin kendine has nedenleri vardır. Akıl bunları hiç bir zaman anlayamaz .”

Yani karar, sadece hesap değil, duygunun ve sezginin ortak ürünüdür.

Pascal’ın kumarı, sadece bir felsefi argüman değil, aynı zamanda bir edebi sahne, bir iç çatışma monoloğu gibidir.

Sanki bir karakter, kendi ruhunda bir hesaplaşmaya girmiştir.

Bu yüzden edebiyatçılar Pascal’ın düşüncesini sıklıkla işler.

Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşlerinde, inanç ve inançsızlık arasındaki o büyük gerilim, Pascal’ın kumarını andırır.

Albert Camus, Yabancıda, Pascal’ın tersine, “Tanrı yoksa ne yapmalı?” sorusunun peşindedir.

Pascal’ın kumarı bir seçim sunar;

edebiyat ise o seçimin doğurduğu yalnızlığı, umudu, pişmanlığı ve kararsızlığı anlatır.

Bugün teknoloji çağındayız.

Tanrı’ya inanç hâlâ canlı ama şekil değiştirdi.

Birçok insan artık “bir şey vardır” deyip geçiyor.

Belki bu da modern bir Pascal kumarı…

Ama bir başka bakış açısı da şudur:

Belirsizlik karşısında her insan, bir tercih yapmak zorunda kalır.

Bu tercih sadece dinî değil, aynı zamanda etik, politik, hatta kişisel olabilir.

Ne için yaşıyoruz?

Hangi değer uğruna acıya katlanıyoruz?

Ve en önemlisi: Risk alıyor muyuz?

İşte Pascal’ın sorusu bugüne de sesleniyor:

Kendin için nasıl bir kumar oynuyorsun?

Pascal’ın kumarı, inancı matematiğe indirgeyen bir oyun değil.

Aksine, hayatın sonsuzluğu karşısında kısa ömrümüzle verdiğimiz kararların dramı.

O, bir düşünürden çok, ruhunun karanlığında Tanrı’yı arayan bir şair gibi.

Show more...
1 month ago
6 minutes 16 seconds

Akış
Ars longa,vita brevis


“Ars longa, vita brevis.”

Yani, Sanat uzun, hayat kısa.

Bu söz, hem bir teselli hem bir uyarı.

Peki nereden geliyor bu söz? Ne anlatıyor bize?

Ve neden hâlâ anlamlı?

Bugünkü yolculuğumuzda bu Latince ifadeyi tarihsel köklerinden alıp, felsefeye ve edebiyata taşıyacağız.


“Ars longa, vita brevis” ifadesi, ilk olarak Hipokrat’a atfedilir.

Evet, tıbbın babası olarak bilinen Hipokrat. Ancak ilginçtir ki, bu söz orijinalde Yunanca:

“Ὁ βίος βραχύς, ἡ δὲ τέχνη μακρή.”

Yani Hayat kısa, sanat uzundur.

Buradaki “ars” ya da “techne”, bugünkü anlamda sadece sanat değil; zanaat, beceri, ustalık demekti.

Tıp da buna dahildi, marangozluk da, şairlik de…

Hipokrat bu sözü, bir hekimin yaşamının, tıbbı tam anlamıyla öğrenip uygulamaya yetmeyeceğini belirtmek için söylemişti.

Yani sanatın ya da bilimin ömrü, bireyin ömründen daha uzundu.

Ve bu, bir tür çağrıdır:

Vakit az, bilgi çok. Hemen başla.

Felsefe bu söze başka bir derinlik katar.

Çünkü zaman, felsefenin kadim sorularındandır.

Hayat kısa mı gerçekten, yoksa biz mi fark etmeden tüketiyoruz?

Stoacılardan Epiktetos, hayatın kısa olduğunu ama onun nasıl yaşanacağına bizim karar verebileceğimizi savunur.

Marcus Aurelius ise günlüklerinde şöyle yazar:

“Bir gün öleceğini unutma, ama her günü doğru yaşa.”

Bu bağlamda “ars longa”, insanın ölümlülüğe karşı verdiği bir yanıttır.

Eserlerimizle, izimizle, düşüncelerimizle yaşamı aşmak isteriz.

Ve bu belki de, sonsuzluğa en çok yaklaştığımız andır.

Edebiyat, bu sözü tekrar tekrar işler.

Özellikle modern şiir ve roman, insanın zamanla olan savaşını anlatır.

Goethe, “Faust”ta, bilginin sonsuzluğu karşısında aciz kalan bir insanı anlatır.

Proust, “Kayıp Zamanın İzinde” adlı dev romanında, geçmişi ve belleği edebiyatın elleriyle ölümsüzleştirmeye çalışır.

Ve elbette ki Türk edebiyatında da bu hissi görürüz.

Ahmet Hamdi Tanpınar, zamanın içinde dağılmış insanı anlatır:

“Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında.”

Sanat, edebiyatta bir sığınak olur; çünkü hayat kısa, ama yazmak, çizmek, bestelemek…

Bunlar, insanı kendi ölümünün bile ötesine taşıyabilir.

“Ars longa, vita brevis.”

Bu söz, sadece bir ifade değil; bir bakış açısı.

Zamanın karşısında insanın elleriyle kurduğu bir anıt.

Sanatla, düşünceyle, emekle…

Kısa bir ömrün içinden sonsuz bir yankı yaratmak.

Show more...
1 month ago
3 minutes 27 seconds

Akış
Cehalet,mutluluktur

“Cehalet, Mutluluktur” –




Bir günlüğüne sessizliğin içine çekilip şöyle bir düşünün:


Eğer dünyadaki acıları hiç bilmeseydiniz…


Zulüm, savaş, yoksulluk, adaletsizlik, ölüm…


Eğer bunların hiçbiri zihninizde var olmasaydı, acaba daha mutlu olur muydunuz?




Bugün sizlerle birlikte, modern düşüncenin en provokatif cümlelerinden birini masaya yatırıyoruz:


“Cehalet, mutluluktur.”


Bir başka deyişle: “Bilmemek, daha az acı çekmektir.”


Sokrates ne demişti?




“Bildiğim tek şey , hiçbir şey bilmediğimdir .”



İşte bilgi böyle bir şeydir:


İlk adımı cehaleti kabul etmektir. Ama bu kabul bir huzur değil, bir tür varoluşsal uyanış getirir.


Bilgi, insanı kendisiyle yüzleştirir.


Soru sormaya başlayan insan, artık kabuğundan çıkmıştır. Artık masum değildir.


Bilmek, insanın cennetinden kovuluşudur.




Yani bilgi, sadece mutlak bir gerçek değil; aynı zamanda kırılgan bir varlığın altına girilmemesi gereken yüküdür.


Ve işte tam da bu noktada, cehalet bir korunaklı duvar, bir yalancı cennet gibi durur.




Düşünün, Antik Yunan mitolojisinde Prometheus, tanrılardan ateşi çalıp insanlara verdiği için cezalandırılmıştır.


Ateş, burada sadece fiziksel bir sıcaklık değil; bilgidir, bilinçtir, uyanıştır.


Ve tanrılar, insanın bu bilgiyle donatılmasından korkar. Çünkü bilgi, itaatsizliğin kıvılcımıdır.




Aynı şekilde, Adem ile Havva’nın hikâyesinde de yasak elma bilgi ağacından gelir.


O elmayı yemekle birlikte, çıplaklıklarını fark ederler. Yani artık masum değildirler.


Artık “biliyor”lardır.




Bu edebi metaforlar, bilgi ile acının ne kadar iç içe olduğunu simgeler.




Ama soralım şimdi:


Gerçekten cehalet mutluluk getirir mi?


Yoksa, mutlu olanlar mı cehaletle suçlanır?




Çünkü bir insanın mutluluğu, diğerinin bilgisizliğine bağlanabilir.


Biri, savaşın, açlığın, sistemsel zulmün farkında değilse…


Onun gülümsemesi, başkasının trajedisine karşı duyarsızlıktan mı kaynaklanır?




Ya da şöyle soralım:


Bilgi, empati doğurur.


Empati, acı getirir.


Ama bu acı, daha iyi bir dünya için gerekli bir uyanış değil midir?




Bu durumda cehalet, geçici bir huzur sunar.


Ama bilgi, acıdan doğan bir bilinçtir.


Ve bilinç, bir toplumun ilerleyebilmesi için vazgeçilmezdir.





Bugün, sosyal medyada bilgi bombardımanı altındayız.



Ama aynı zamanda yüzeysel bilgi, derin düşüncenin yerini almış durumda.


İnsanlar düşünmek yerine hissetmeyi, sorgulamak yerine inanmayı tercih ediyor.


Çünkü bilgi, kararsızlık getirir.


İnanç ise netlik sunar.


Ve bu netlik, çoğu zaman mutluluk illüzyonu yaratır.




İşte burada cehalet, bir konfor alanı, bilgi ise sancılı bir büyüme süreci olarak karşımıza çıkar.




Sevgili dinleyenler,



Cehalet gerçekten mutluluk getirir mi?


Evet, kısa vadede, bilinçsiz bir hayatın yüzeyinde huzur olabilir.


Ama uzun vadede, insanın derin benliğini doyuran şey, anlamdır.


Ve anlam, her zaman kolay ve ağrısız değildir.




O halde belki şöyle diyebiliriz:




“Cehalet mutluluktur, evet. Ama bu mutluluk, uykudaki bir çocuğun rüyasından ibarettir.

Bilgi ise acı verir. Ama bu acı, uyanmanın bedelidir.”



insan, en nihayetinde hem acıyı hem anlamı taşıyabilen yegâne varlıktır.


Ve Son olarak…


Her bilgi, bir uyanış; her uyanış, bir bedeldir.



Hoşçakalın


Show more...
5 months ago
3 minutes 36 seconds

Akış
Allah neden rızamızı almadan bizi yarattı ?


Bu bölümde, hem dini öğretiler hem felsefi yaklaşımlar hem de bireysel bakış açılarından yola çıkarak bu soruyu derinlemesine inceleyeceğiz. 

İnsanın varoluşu hakkında sorduğu ilk soru genellikle şudur: “Neden buradayım?” Ardından daha karmaşık bir soru gelir: “Beni buraya kim veya ne getirdi?” Ancak bu soruların ötesinde, bir adım daha ileri giderek şunu sorarız: “Eğer bir yaratıcı varsa, neden rızamı almadan beni yarattı?”

Bu soru, insanın özgür iradesini, bilinçli varoluşunu ve Tanrı ile olan ilişkisini sorgulayan bir derinlik taşır. İnsan, varoluşunda rıza ve özgürlük arayışındadır.

Dinlerin bu soruya verdikleri cevaplar genellikle, Allah’ın mutlak hikmet ve irade sahibi olduğu gerçeği etrafında şekillenir. İslam, Hristiyanlık ve diğer teistik inanışlarda, Tanrı’nın insanı bir amaç doğrultusunda yarattığına inanılır. Ancak bu yaratılış, genellikle insanın anlayışını aşan bir hikmete dayanır.

İslam inancına göre Allah, insanı yaratma konusunda kimseye danışma ihtiyacı hissetmez. Kur’an’da Allah, İnsanı Kendi iradesiyle yarattığını ve  bir sınava tabi tuttuğunu ifade eder. Şu ayet bu durumu açıklar:

“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zaiyat,56)

Bu ayet, yaratılışın bir amaca hizmet ettiğini gösterir ki o da  Allah’a kulluk ve ibadet. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var ki o da “İbadet” kavramı.

İbadet, insanın anlam arayışını ve varoluşsal yolculuğunu kapsar.

İslam’da insanın yaratılışı, özgür iradesiyle seçim yapabileceği bir sınavın parçasıdır. Allah, insanı yaratırken ona irade, akıl ve seçim yapma özgürlüğü vermiştir. Bu, insanı diğer varlıklardan ayırır. Ancak bu sınavın bir parçası olarak, insanın rızasının alınması beklenmez. Çünkü sınavın kendisi, Allah’ın ilahi planının bir parçasıdır.

Felsefi açıdan bakıldığında, bu soru bir başka tartışmayı beraberinde getirir: İnsan, var olmadan önce rızasını nasıl verebilir? Çünkü rıza gösterebilmek için önce bir bilinç, bir varlık ve bir farkındalık gerekir. Bu nedenle, bu soru kendi içinde  varoluşsal bir paradoks içeriyor. 

Sartre, insanın “dünyaya fırlatılmış bir varlık” olduğunu söyler. Ona göre, insanın varoluşu, herhangi bir önceden belirlenmiş anlamdan yoksundur. İnsan, kendi anlamını kendisi yaratır. Sartre’ın bu görüşüne göre, varoluş rızadan bağımsızdır çünkü insan, önce var olur, ardından bu varoluşun anlamını sorgular.

Leibniz, Tanrı’nın “en iyi dünyayı” yarattığını savunur. Ona göre, Tanrı, mümkün olan en iyi senaryoyu yaratmıştır ve bu dünyada var olan her şey bir hikmet taşır. Bu yaklaşımda, insanın rızası, Tanrı’nın planına kıyasla önemsiz bir detaydır. Çünkü Tanrı’nın ilahi bilgeliği, insanın sınırlı anlayışını aşar.

Ve Nietzsche, Tanrı’ya ve yaratılışa dair geleneksel anlayışlara meydan okur. Ona göre, insan kendi kaderini belirlemek zorundadır. Bu bakış açısı, yaratılışın rızaya dayalı olmamasını bir sorun olarak görür ve insanı kendi anlamını yaratmasına davet eder.

Evet arkadaşlar, Kendi bakış açımdan bahsedecek olursam o da şu  şekilde ;şimdi ,  din ve felsefenin ötesinde, bu sorunun kişisel bir boyutu vardır. İnsan, kendi varoluşunu anlamlandırmak için bu tür sorulara başvurur. Ancak şu soruyu kendimize de sormamız gerekir:

• Eğer yaratılmadan önce bize rızamız sorulsaydı, var olmayı kabul eder miydik?

Şimdi , Bu sorunun cevabı, kişisel deneyimlerimize ve varoluş algımıza bağlıdır. Hayatın güzellikleri ve zorlukları, bu soruya farklı cevaplar vermemize neden olabilir. Ancak yaşamın içinde anlam arayışı, çoğu zaman insanın varoluşunu kabul etmesini sağlar.

“Allah neden rızamızı almadan bizi yarattı?” sorusunun kesin bir cevabı olmasa da, onun üzerine düşünmek insanın kendi varoluşunu ve anlamını sorgulaması için bir kapı aralar.

Yani Belki de bu sorunun cevabı, yaşamın kendisindedir. Çünkü insan, anlamını kendisi yaratır. Allah, bize bir başlangıç sunmuş olabilir, ancak bu başlangıcı nasıl sürdüreceğimiz bizim elimizdedir.

Akışta ve hoşçakalın.


Show more...
7 months ago
4 minutes 57 seconds

Akış
Kanatların Gölgesinde | İkarus


İkarus’un hikâyesi, insanın sınırlarını sorgulayan, hırs ile tevazunun çarpıştığı bir yolculuktur.

Antik Yunan mitolojisinde İkarus, labirent ustası Daidalos’un oğludur. Daidalos, kralın emriyle Minotor için inşa ettiği labirentten çıkmak isteyenlerin zekâsına karşı kendi zekâsıyla mücadele eden bir ustadır. Ancak zekâsı, onu hem özgürlüğe hem de trajediye sürükler. Daidalos ve oğlu İkarus, kralın gazabından kaçmak için bir çözüm ararlar ve insanın hayal gücünün zirvesi olan o ünlü kanatları yaparlar.

Bu kanatlar balmumundan ve kuş tüylerinden yapılmıştır. Kanatlar bir hayalin somutlaşmış hâlidir: İnsan, uçmayı öğrenebilir mi? İşte burada ilk felsefi soruyla karşılaşıyoruz: İnsan, doğasının sınırlarını aşabilir mi? Eğer aşarsa, bu onun yükselişi mi olur yoksa düşüşü mü?

İkarus’un hikâyesi, gençliğin sınırsız cesaretini ve kontrolsüz hırsını anlatır. Babası Daidalos, ona bir öğüt verir:

“Ne çok yükseğe çık, ne çok alçakta kal. Ortada uçmalısın; ne güneşin kanatlarını yakmasına izin ver ne de denizin nemine kanatlarını kaptır.”der. 

Babası Dengede kalmanın önemini vurgular. Fakat genç İkarus, bu öğütle yetinemez. Gökyüzüne yükselmek, tanrılara yaklaşmak, bir ilah gibi uçmak ister. Burada insanın ebedi arzusu karşımıza çıkar: Daha fazlasını istemek.

Peki, bu istemek, bir lanet midir? Felsefeci Nietzsche’nin “üst insan” kavramı, tam da burada devreye girer. İnsan, sıradanlığın zincirlerini kırıp kendi varoluşunu aşmak ister. Ancak bu arzunun bedeli nedir?

İkarus, babasının sözlerini unutarak, güneşe doğru yükselir. Kanatlarındaki balmumu, güneşin sıcaklığıyla erimeye başlar. Kanatlarının çözülüşü, onun yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal düşüşünü de sembolize eder. Çünkü o anda İkarus, insanın kırılganlığını fark eder. İnsan, tanrılar gibi olmaya kalktığında kendi faniliğiyle yüzleşir.

Burada edebiyatın büyük trajedilerinden biri belirir: İnsan, sınırlı bir varlık olduğu hâlde neden sınırsız olanı arzular? Goethe’nin Faust’unda olduğu gibi, insan, bilginin, kudretin ya da hırsın peşinde koşarken kendi doğasına ihanet eder mi?

Denize Düşen Bir Rüya

İkarus, bir anda denize doğru düşer. Onun düşüşü, aslında insanın hatalarının ve hırslarının bedelini ödediği andır. Ancak İkarus’un hikâyesi yalnızca bir yenilgi değil, aynı zamanda bir başarıdır. Çünkü o, rüyasını gerçekleştirmek için uçmayı göze almıştır.

Edebiyatın büyük anlatılarında bu düşüşü sıklıkla görürüz. Albert Camus, insanın trajedisini “Sisifos Söyleni”nde ele alır. Camus’ye göre insan, hayal ettiği şeyin imkânsız olduğunu bilse bile o taşın peşinden koşmaya devam eder. İkarus da bunu yapmıştır.

Peki , İkarus’un düşüşü, bir trajedi mi yoksa zafer mi? Şimdi Bu, bakış açımıza bağlı. Evet, o düştü; ama aynı zamanda gökyüzüne yükselme cesaretini gösterdi. Çoğumuz kanatlarımızı açmaya bile cesaret edemezken, o güneşe dokunmayı denedi.

Ve burada bir soru sormamız gerekiyor: Cesaretin bedeli bir düşüşse, o düşüşe değer mi? İkarus, denize düştüğü an bile tanrılar gibi hissetmiş olabilir. Çünkü en azından denemiştir.

Son olarak, İkarus’un hikâyesi hepimize bir şey öğretir: Hayallerimizin peşinden koşarken, bu rüyanın bedelini ödemeye hazır mıyız? Belki de gerçek başarı, düşüşlerin içinde saklıdır.



Show more...
8 months ago
4 minutes 5 seconds

Akış
Kötülük neden var ?


Bugün, insanlık tarihinin en büyük sorularından biri üzerine konuşacağız. Birçok filozofun, din âliminin ve düşünürün yüzyıllardır tartıştığı bir mesele:

Öncelikle şunu söyleyeyim bu soru üzerine benim gibi düşünen bir çok insan olduğunu biliyorum ve sizler için bu sorunun cevaplarını derlemeye çalıştım . Şimdi hazırsanız başlayalım


Eğer Tanrı varsa ve o mutlak iyi, mutlak güçlü ve mutlak adil ise… dünyada neden kötülük var?

Bir çocuk açlıktan ölüyorsa, savaşlar masumları yok ediyorsa, adaletsizlik kol geziyorsa ve hastalıklar insanları sürüklüyorsa… Tanrı neden bunlara izin veriyor?

Bugün bu sorunun farklı perspektiflerden ele alacağız:

• Teolojik bakış açısı: Tanrı’nın varlığı ile kötülük nasıl bağdaştırılabilir?

• Felsefi bakış açısı: Kötülük gerçekten bir problem mi, yoksa varoluşun bir gerekliliği mi?


• İnsani ve ahlaki bakış açısı: Kötülüğün kaynağı gerçekten Tanrı mı, yoksa insan mı?


Tarih boyunca filozoflar, özellikle de ateist düşünürler, kötülük problemini Tanrı’nın varlığına karşı en güçlü argümanlardan biri olarak görmüşlerdir.



İlk olarak, Epikür Paradoksu olarak bilinen şu sorular zincirine bakalım:


Tanrı kötülüğü engellemek istiyor ama gücü mü yetmiyor?


O hâlde o mutlak güç sahibi değil.


Gücü yetiyor ama engellemek istemiyor mu?


O hâlde o mutlak iyi değil.


Hem gücü yetiyor hem de istiyorsa, neden kötülük var?


O hâlde Tanrı var mı?


Bu argüman, özellikle non teist camianın sıkça kullandığı güçlü bir eleştiridir. Eğer Tanrı varsa, neden masum insanlar acı çekiyor? Neden doğa felaketleri, savaşlar ve hastalıklar var?


Ancak bu soruya teist ve felsefi geleneklerde birçok farklı cevap verilmiştir. Şimdi bunları tek tek ele alalım.


Dinî gelenekler, kötülüğün varlığını genellikle irade, sınav ve adalet kavramlarıyla açıklar.


Birçok ilahiyatçıya göre kötülüğün varlığı, insanın özgür iradesi ile doğrudan bağlantılıdır.


• Eğer Tanrı insanı özgür iradeyle yaratmışsa, insanların iyi ya da kötü olma seçiminde özgür olması gerekir.


• Eğer Tanrı, insanları sadece iyilik yapmaya programlasaydı, o zaman insanlar robotlardan farksız olurdu.


• Özgür irade olmadan ahlak olmaz, çünkü ahlaki seçim yapma şansımız olmazdı.



Bu nedenle kötülük, insanın özgürlüğünün bir sonucudur. Tanrı’nın varlığı, insanın seçimlerini kısıtlamaz. Ancak insanlar yanlış seçimler yaptığında, kötülük ortaya çıkar.

Örneğin:


• Bir insan bir başkasına zarar verdiğinde, bu Tanrı’nın değil, insanın seçimidir.


• Savaşlar, açlık, eşitsizlik… bunların çoğu insanın yaptığı yanlışların sonucudur.


Ancak burada bir soru ortaya çıkıyor: Peki ya doğal kötülükler? Depremler, hastalıklar, kasırgalar? Bunların insan özgür iradesiyle ilgisi yok, o hâlde bunlar neden var?


Birçok dinî gelenekte kötülüğün varlığı, insanların imtihan edilmesiyle açıklanır.


Kur’an’da, Bakara Suresi’nin 155. ayetinde şöyle buyrulur:


“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!”


Benzer şekilde, Hristiyanlıkta da acının ve kötülüğün insanın olgunlaşması için bir araç olduğu anlatılır.


Bu görüşe göre, eğer dünyada hiç kötülük olmasaydı:


• İnsan merhameti ve dayanışmayı öğrenemezdi.


• Sabır, fedakârlık ve sevgi gibi erdemler gelişemezdi.


• İnsan hayatın anlamını ve değerini sorgulamazdı.


Özetle, kötülük bir imtihandır ve insanın ruhunu olgunlaştırmak için vardır.


Ancak bu açıklama da bazı eleştirileri beraberinde getirir. Eğer Tanrı iyiyse, insanları bu kadar ağır bir sınavdan geçirmek zorunda mıydı?


Bu noktada bir soru devreye giriyor.


Kötülük, Gerçekten Var mı?


Bazı felsefi ve mistik geleneklere göre, kötülük aslında gerçek bir varlık değil, iyiliğin yokluğudur.


• Karanlık diye bir şey yoktur, karanlık ışığın yokluğudur.


• Soğuk diye bir şey yoktur, soğuk ısı eksikliğidir.


• Kötülük de mutlak bir varlık değil, iyiliğin eksikliğidir.


Bu görüş, özellikle İslam felsefesinde İbn Sina ve Mevlânâ gibi düşünürler tarafından işlenmiştir.



Show more...
8 months ago
5 minutes 6 seconds

Akış
Düşmüş Melekler


Bugün, ilahi olan ile isyan edenin, ışık ile gölgenin, cennet ile sürgünün hikâyesini konuşacağız. Düşmüş melekler…

Onlar, varoluşun en eski figürlerinden biri.

Onlar, Allahın huzurunda yaratılıp ona başkaldıran ruhlar.

Onlar, cennetten kovulup karanlığa sürgün edilenler.

Düşmüş meleklerin hikâyesi yalnızca dinî bir anlatı değil, aynı zamanda felsefi ve edebi bir metafordur. İnsanın kendi içindeki isyanın, kibirin ve özgürlüğün hikâyesidir.




Bugün bu efsaneyi üç farklı boyutta ele alacağız:


1. Teolojik bakış açısı: Düşmüş melekler kimlerdir? Hangi kutsal metinlerde geçer?


2. Felsefi bakış açısı: Melek neden düşer? İsyan etmek ahlaki bir hak mı?


3. Edebi ve psikolojik bakış açısı: Düşmüş melekler, insanın içindeki hangi çatışmaları temsil eder?

Düşmüş melekler kavramı, İslam, Hristiyanlık ve Yahudilik başta olmak üzere pek çok inanç sisteminde kendine yer bulmuştur.

İslam geleneğinde düşmüş meleklerin en bilinen figürü, İblis’tir. Ancak burada önemli bir ayrım var: İblis, bir melek değil, bir cin olarak yaratılmıştır.


Kur’an’da İblis’in hikâyesi şöyle anlatılır:

• Allah, Âdem’i yarattığında, meleklerden ona secde etmelerini ister.

• Melekler secde eder, ancak İblis secde etmez.

• İblis, kendisinin ateşten, Âdem’in ise topraktan yaratıldığını söyleyerek üstünlük iddiasında bulunur.

• Bu kibri nedeniyle Allah tarafından cennetten kovulur ve insanlığı saptırmaya yemin eder.

Bu anlatıya göre İblis’in düşüşü, onun kibri ve itaatsizliğinden kaynaklanmıştır.

Hristiyan geleneğinde ise Lucifer, düşmüş meleklerin en bilinen ismidir.

• Lucifer, aslında “Işık Getiren” anlamına gelir.

• O, Tanrı’nın yarattığı en güzel ve en güçlü meleklerden biridir.

• Ancak zamanla Tanrı’ya eşit olma arzusuna kapılır.

• Cennette büyük bir isyan başlatır ve meleklerin üçte biri ona katılır.

• Sonunda Tanrı, Başmelek Mikail önderliğinde ona karşı savaş açar ve onu cennetten kovar.

Bu anlatı, İnsanın kibri ve düşüşü ile ilgili bir metafordur. Lucifer, başkaldırmanın ve Tanrı’ya meydan okumanın sembolüdür.

Burada asıl önemli soru şudur: Bir melek neden düşer?


Melekler, Tanrı’nın en saf ve en güçlü varlıkları değil mi? O hâlde neden isyan ederler?

Bu sorunun cevabı, özgür irade kavramında gizli.

• Eğer bir melek hata yapamıyorsa, o hâlde kusursuz ve özgür değildir.

• Eğer bir melek tamamen özgürse, o hâlde Tanrı’ya isyan edebilme potansiyeline sahiptir.

Bu yüzden düşmüş melekler, özgürlüğün en büyük paradoksunu temsil eder.

Lucifer’in hikâyesinde bu paradoks açıkça görülür. O, özgür olmak istemiştir. Ancak özgürlük, Tanrı’nın karşısında bir başkaldırıyı gerektirir. Ve başkaldırı, düşüşü beraberinde getirir.

Burada Jean-Paul Sartre’ın ünlü sözünü hatırlayalım:


“İnsan özgürlüğe mahkûmdur.”


Lucifer de özgürlüğe mahkûm olmuş bir melektir.


Düşmüş melekler, yalnızca dinî figürler değil, aynı zamanda insanın içindeki çelişkilerin bir sembolüdür.




Bu kavram, edebiyatta, sanatta ve psikolojide farklı anlamlar kazanmıştır.




İngiliz şair John Milton, 17. yüzyılda yazdığı “Kayıp Cennet” adlı eserinde Lucifer’i bambaşka bir perspektiften ele alır.




Lucifer burada sadece bir düşman değildir. O, aynı zamanda trajik bir kahramandır.

Milton’un Lucifer’i şöyle der:

“Cennette köle olmaktansa, cehennemde kral olmayı yeğlerim.”

Bu cümle, özgürlüğün bedelini anlatır. Lucifer, Tanrı’nın hükmü altında yaşamak yerine, kendi başına olmayı seçer. Ancak bunun sonucunda ebedi bir sürgünle karşılaşır.


Ünlü psikolog Carl Jung’a göre, düşmüş melekler insanın “gölge”sini temsil eder.

• İnsan ruhunda ışık ve karanlık yan yana var olur.


• Her insanın içinde iyi ve kötü birlikte bulunur.


• İnsan ancak gölgesiyle yüzleşirse tam bir bütün olabilir.




Lucifer ve düşmüş melekler, insanın içindeki karanlık tarafı simgeler.


Evet arkadaşlar, Bugün düşmüş meleklerin hikâyesini anlattık. Onlar, yalnızca isyan eden varlıklar değil, aynı zamanda insan ruhunun birer yansımasıdır.


Show more...
8 months ago
5 minutes 10 seconds

Akış
Neden ahlaklı olmalıyız ? | Güç ve ahlak üzerine düşünceler

Konumuz, Platon’un Devlet adlı eserinde anlattığı Gyges’in Yüzüğü. Bu hikâye, görünmezlik ve mutlak gücün insan doğası üzerindeki etkisini sorgulayan bir düşünce deneyi olarak felsefenin temel taşlarından biridir. Peki, görünmez olsaydık, ne yapardık? Gücümüz sınır tanımasaydı, hâlâ ahlaklı davranabilir miydik? Gelin, bu soruların peşinden hep birlikte yol alalım.


Hikâye, Platon’un Devlet adlı eserinde, Sokrates ve Glaukon’un erdem ve adalet üzerine yaptığı tartışmalar sırasında anlatılır. Glaukon, insanın doğasında aslında bencil olduğunu ve ahlakın yalnızca toplumsal bir sözleşmeden kaynaklandığını iddia eder. Ona göre insanlar, ceza korkusuyla ahlaklı davranır. Eğer bu cezadan kurtulma imkânları olsaydı, kötülüğe yönelmekten çekinmezlerdi. Bu düşüncesini desteklemek için Gyges’in Yüzüğü hikâyesini anlatır.


Gyges, sıradan bir çobandır. Bir gün, şiddetli bir fırtınadan sonra toprağın çatladığı bir yere gider. Orada, eski bir mezar bulur. Bu mezarda devasa bronz bir at ve yanında bir ceset vardır. Cesedin üstünde bir yüzük görür. Yüzüğü alıp parmağına taktığında, sıradan bir takı olmadığını fark eder. Çünkü bu yüzük, ona görünmezlik gücü vermektedir. Gyges, hayretler içinde yüzüğün gizemini çözmeye başladıkça, gücünün sınırlarını test etmeye girişir.


Yüzüğü takan Gyges, artık her şeyi yapabilecek bir güce sahip olmuştur. Kimse onu göremediği için yaptıkları da sonuçsuz kalmaktadır. Önce merakla başlayan bu deneyim, giderek daha karanlık bir yola evrilir. Gyges, önce ufak suçlar işler, ardından kraliyet sarayına kadar uzanır. Kralı öldürür ve kraliçeyi elde ederek tahtı ele geçirir.


Bu hikâye, insanın ahlaki doğasını sorgulatan derin bir metafordur. Eğer görünmezlik gibi mutlak bir özgürlüğe sahip olsaydık, ahlaka bağlı kalabilir miydik? Yoksa Gyges gibi, bu gücün bizi yozlaştırmasına izin mi verirdik?


Glaukon, bu hikâyeyi anlatırken insan doğasına dair karamsar bir görüş sunar. Ona göre, insanlar doğal olarak bencil ve çıkarcıdır. Ahlak, aslında cezadan kaçmak ve toplumsal düzeni korumak için geliştirilmiş bir yapıdır. Eğer ceza korkusu ortadan kalkarsa, insanlar içlerindeki kötülüğü açığa çıkarır.


Bu görüş, “insan doğası kötüdür” diyen filozofları, özellikle de Thomas Hobbes’un “doğa durumu” fikrini hatırlatır. Hobbes, insanların doğası gereği çıkarcı olduğunu ve güçlü bir otoritenin olmadığı bir dünyada kaosun kaçınılmaz olduğunu savunmuştur.


Sokrates ise Glaukon’un bu iddiasına karşı çıkar. Ona göre, gerçek erdem ve adalet, insanın ruhunda doğuştan var olan bir değerdir. İnsan, kendi içindeki iyiliği keşfetmeye yönlendirilmelidir. Ahlak, yalnızca cezadan kaçınmak için değil, ruhun en yüksek potansiyeline ulaşması için vardır.


Gyges’in Yüzüğü, sadece felsefi değil, aynı zamanda edebi bir derinlik taşır. Yüzük, mutlak gücü ve insanın bu güçle nasıl başa çıkacağını simgeler. Bu bağlamda yüzük, modern edebiyatta ve popüler kültürde sıkça karşımıza çıkar.


Arkadaşlar , J.R.R Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi filminde ki güç yüzüğünü hatırlayın. O yüzük, tıpkı Gyges’in yüzüğü gibi, taşıyan kişiyi yozlaştırır ve ahlaki sınavdan geçirir. Yüzüğün gücüne direnen Frodo ve yozlaşan Gollum, insan doğasının iki farklı yönünü temsil eder.


Gyges’in hikâyesini günümüze uyarladığımızda, görünmezlik metaforunu farklı şekillerde düşünebiliriz. Belki de bu görünmezlik, modern dünyada anonimliği temsil eder. Örneğin, internet dünyasında insanlar, kimliklerini gizlediklerinde çok daha acımasız ve bencil olabilirler. Sosyal medyada fake hesaplarla yapılan kötü niyetli yorumlar, tam da Gyges’in yüzüğünün etkisini hatırlatır.


Buradan şu soruyu sorabiliriz: Eğer yaptıklarımızın hiçbir şekilde görünmeyeceğini ve sonuç doğurmayacağını bilseydik, hâlâ ahlaklı davranabilir miydik? Bu sorunun cevabı, insanın kendini ve değerlerini sorgulamasına neden olur.


Gyges’in Yüzüğü, aslında ahlak ve güç arasındaki ilişkiyi en derin şekilde sorgulayan hikâyelerden biridir. Güç, eğer sınırlandırılmazsa, insanı yozlaştırabilir.



Show more...
9 months ago
5 minutes 6 seconds

Akış
Zenginler fakirlere Tanrıdan başka bir şey bırakmadılar

Bu söz, farklı açılardan yorumlanabilir: Bir yanda ekonomik adaletsizlik, bir yanda dinin insanlara sunduğu umut ve sığınak. Bir yanda fakirlerin yaşam mücadelesi, diğer yanda dinin bir teselli olarak kullanılması… Bugün, bu cümleyi tarihsel, felsefi ve dini perspektiflerden inceleyeceğiz.

Bu söz, ilk bakışta modern bir eleştiri gibi görünebilir ama aslında insanlık tarihi boyunca tekrar tekrar karşımıza çıkan bir gerçekliği yansıtıyor.

Orta Çağ Avrupası’nda feodalizm, toplumu yöneten temel sistemdi. Kral, soylular ve kilise, toprağı ve zenginliği elinde tutarken, köylüler, yani serfler, ağır vergiler altında eziliyordu. Onların dünyada sahip olduğu tek şey, yaşamlarının sonunda kendilerini bekleyen cennetti. Kilise, yoksulların dünyadaki sefaletine “sabır” ile yaklaşmasını öğütlüyor, kralları ve soyluları ise “Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcileri” olarak kutsuyordu.

Dini öğretiler, yoksul halka “Bu dünya bir sınavdır, ahirette mükâfat alacaksınız” diyerek, onların dünyadaki adaletsizliğe karşı isyan etmelerinin önüne geçiyordu. Kilise zenginlerden yana bir tavır alırken, fakirleri “tevekkül” etmeye yönlendiriyordu.

Sanayi Devrimi ile birlikte kapitalizm doğdu. Feodal toprak sahiplerinin yerini fabrika sahipleri aldı. Şehirlerde fabrikalarda çalışan işçiler, tıpkı Orta Çağ serfleri gibi, ağır koşullar altında eziliyordu. Ancak bu dönemde dinin rolü biraz değişti.

• Bir yanda, kilise yine fakirleri “Tanrı’ya sığınmaya” çağırıyordu.

• Öte yanda, Karl Marx gibi düşünürler, “Din, halkın afyonudur” diyerek, dinin fakirlerin sömürülmesini sağlayan bir araç haline getirildiğini iddia ediyordu.

Zenginler, fakirlerin sadece çalışmasını ve itaat etmesini istiyor, onların isyan etmemesi için Tanrı ve dinin sunduğu umut tek dayanak noktası olarak bırakılıyordu.

Bu sözün felsefi arka planına baktığımızda, insanın varoluşsal sorunlarıyla karşılaşıyoruz. Din ve sınıf mücadelesi arasındaki ilişkiyi en iyi anlatan filozoflardan bazılarına bakalım.

Marx, fakirlerin din yoluyla avutulduğunu ve pasif hale getirildiğini savundu. Ona göre din, gerçek dünyadaki adaletsizlikleri saklayan bir perdeydi. İnsanlar, bu dünyada adalet bulamayacaklarına inandırılıyor ve tüm umutlarını ahirete bağlıyorlardı.

Fakat Marx aslında dini değil, dini kendi çıkarları için kullanan zenginleri eleştiriyordu. Ona göre din doğal bir inanış olmaktan çıkıp , toplumu kontrol etmek için mekanizma haline gelmişti.

Friedrich Nietzsche, Tanrı’nın öldüğünü söylerken, aslında dinin toplumu pasifleştiren bir unsur haline geldiğini savunuyordu. O, insanların kendi güçlerini fark etmeleri ve ahlaki otoritelerden bağımsız hareket etmeleri gerektiğini düşünüyordu.

Nietzsche’ye göre zenginler, fakirlere sadece Tanrı’yı bıraktı çünkü bu, onların güçsüz kalmasını sağlıyordu. Eğer fakirler isyan etmez, sadece dua eder ve beklerse, statüko korunur.

Varoluşçu filozoflar ise insanın kendi anlamını yaratması gerektiğini savundu. Sartre’a göre insanlar kendi kaderlerinden sorumluydu ve Tanrı’ya bel bağlamak, kişinin kendisini inkâr etmesi anlamına gelirdi.

Şimdi, dinlerin bu konuya nasıl yaklaştığını inceleyelim.

İslam’da zenginlerin malını fakirlerle paylaşması öğütlenir. Zekât, İslam’ın beş şartından biridir. Ancak İslam’da da sabır, tevekkül ve ahiret ödülü fikri güçlüdür.

Kur’an’da birçok ayet, fakirlerin Allah tarafından ödüllendirileceğini, zenginlerin ise mallarının bir sınav olduğunu anlatır. Ancak tarihsel süreçte İslam topluluklarında da zenginler, dinin bu yönünü kendi çıkarlarına uygun şekilde kullanmıştır.

Hristiyanlıkta da benzer bir anlayış vardır. Hz. İsa, “Zenginlerin cennete girmesi, devenin iğne deliğinden geçmesinden daha zordur” diyerek fakirlerin ahlaki üstünlüğünü vurgulamıştır.


Fakat Katolik Kilisesi, tarih boyunca büyük servetler biriktirmiş ve zenginler fakirlere sadece Tanrı’yı bırakırken, kendileri dünyada büyük güçler elde etmiştir.

Show more...
9 months ago
5 minutes 31 seconds

Akış
İnsanın Buzdağı | Görünmeyen tarafımız


Bir buzdağını düşünün. Yüzeyde, suyun üzerinde kalan küçük bir kısım vardır. Bu, bizim günlük hayatta gördüğümüz, paylaştığımız ve sergilediğimiz yanımızdır. Kimliğimizin, rollerimizin, başarılarımızın ve hatalarımızın açıkça görünen kısmı… Ancak buzdağının asıl büyük kısmı, suyun altındadır. O karanlık, soğuk derinlikte, kimsenin kolayca göremeyeceği bir dünya saklıdır.

Bu görünmeyen dünya, bizim korkularımızı, arzularımızı, hayallerimizi, travmalarımızı ve bilinçaltımızı barındırır. Carl Gustav Jung’un ifadesiyle, bu “gölge”mizdir. Yüzeye çıkmaya korkan, ama bizi biz yapan yönlerimiz…

Günlük hayatımız bir sahne gibi… Bir oyun oynuyoruz. Maskeler takıyoruz. İş yerinde profesyoneliz, arkadaş ortamında neşeliyiz, yalnızken belki kırılganız, ama her şeyin ötesinde, içimizde sessizce var olan bir taraf var. Çoğu zaman, bu tarafı bastırırız. İnsan, bilinçli zihniyle kendini kontrol altında tuttuğunu sanır. Ama derinlerde bir yerlerde, bizden saklanan, unutulan, belki de hiç keşfedilmemiş bir “ben” var.

Tamda bu noktada Sigmund Freud’un bilinçaltı kavramına değinelim. Freud’a göre insan zihni, bir buzdağı gibidir. Bilincimiz, yani farkında olduğumuz şeyler, buzdağının yalnızca görünen kısmıdır. Ancak bilinçaltı, asıl büyük kısmı oluşturur.

Bilinçaltı, bastırılmış duygularımızı, korkularımızı ve arzularımızı barındırır. Bunlar su yüzüne çıkmaz; ancak rüyalarımızda, davranışlarımızda ve tepkilerimizde kendini belli eder. Örneğin, nedeni belirli bir durumda aşırı tepki verdiğimizi ya da bir korkuya neden sahip olduğumuzu bazen anlayamayız. İşte bu, buzdağının görünmeyen kısmının etkisi.

Buzdağı metaforu, toplumsal bir anlam da taşır. Toplumların da görünmeyen derinlikleri vardır: bastırılmış tarihleri, unutulan hikayeleri ve karanlık geçmişleri… Bu , toplumların bugünkü davranışlarını ve tercihlerini etkiler.

Edebiyat ve felsefe işte tam da burada devreye giriyor. Dostoyevski, insan ruhunun derinliklerine inerken, karakterlerini hep bu görünmeyen yüzeyin altına sürüklemiştir. Yeraltı Adamı neden bu kadar öfkelidir? Çünkü toplumun ona dayattığı rolleri reddetmiş, ama kendi iç dünyasının derinliklerinde kaybolmuştur. Sen de belki bir gün aynada kendine baktığında, o görünen yüzeyin ötesinde kim olduğunu merak etmişsindir.

Franz Kafka’nın Dönüşüm adlı eserini düşünelim. Gregor Samsa’nın bir sabah devasa bir böceğe dönüşmesi, yüzeyde absürt bir durum gibi görünür. Ancak bu dönüşüm, bir insanın kendini toplumdan ve ailesinden yabancılaşmış hissetmesini, kendi varoluşunu sorgulamasını anlatır. Kafka’nın diliyle, buzdağının altındaki derin karanlığı hissederiz.

Salvador Dalí’nin sürrealist tablolarına bakalım. Dalí’nin eserleri, gerçeklik ile bilinçaltı arasındaki o ince çizgide gezinir. Onun eriyen saatleri ya da tuhaf figürleri, bizim günlük hayatta bastırdığımız arzularımızı ve korkularımızı yüzeye çıkarır.

Şimdi daha da derine inelim

Hatırlamak istemediğin anılar var mı? Çocukluğunda seni korkutan bir şey? Belki de bir anlık kırılma, bir reddedilme, bir ihanet… Bunlar suyun altında kaldı. Ama kaybolmadılar. Bir buzdağının asıl kütlesi gibi, derinlikte duruyorlar.  “gölge” dediğimiz  şey işte burada karşımıza çıkıyor. Gölge, bizim bilmek istemediğimiz, ama bizi şekillendiren yönümüz. Bastırdığımız duygular, öfkemiz, korkularımız...


Show more...
9 months ago
4 minutes 3 seconds

Akış
Sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez


Bu söz, Sokrates’in M.Ö. 399 yılında Atina’da yargılandığı davada, mahkemede söylediği savunmasında geçer. Sokrates, gençleri yanlış yönlendirdiği ve devletin tanrılarına inanmadığı gerekçesiyle suçlanmıştı. Ancak o, bu suçlamaları reddederken kendi felsefi tutumunu açıkça ifade etti: “Ben kimseye bir şey öğretmedim. Sadece sorular sordum.” Dedi

Sokrates için hayatın en büyük amacı, hakikati aramaktır. Ona göre, insan kendini, değerlerini ve dünyayı sorgulamadan yaşarsa, bu yalnızca bir varoluşun tekrarı olur.Bu söz, onun yaşam tarzının ve ahlaki duruşunun özeti gibidir. Ve bu duruş, onun

hayatına mal olmuştur. Atina halkı onu ölüme mahkûm ettiğinde, Sokrates baldıran zehrini içerek tarihte sorgulama uğruna can veren bir simge haline gelmiştir.


Pekiiii neden sorgulamak bu kadar önemlidir? Yani Felsefi açıdan bakıldığında, sorgulama, insanın kendi varoluşunun anlam arama çabasıdır. Sokrates’in öğrencisi olan Platon, bu sorgulama sürecini “diyalektik yöntem” ile geliştirir: sorular sorarak hakikati bulmaya çalışmak. Ancak bu yalnızca bireysel bir çaba değildir. Nietzsche’nin dediği gibi, “Hakikat, kendi başına dayanılmaz bir ağırlıktır.” Sorgulama, insanı hem kendi içinde hem de toplumda dönüşüme zorlar.


Kant da bu geleneği devam ettirerek insanı “aydınlanma”ya çağırır. “Aydınlanma, insanın kendi aklını kullanma cesaretidir,” der Kant. Sorgulama, insanı bir kölelikten özgürlüğe taşır. Eğer hayatımızdaki değerleri, inançları ve alışkanlıkları sorgulamazsak, yalnızca başkalarının belirlediği sınırlar içinde yaşarız.


Edebiyat da sorgulamanın bu gücünü sıkça işler. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanını hatırlayın. Raskolnikov, işlediği cinayeti mantığına oturtmaya çalışırken aslında kendi vicdanını sorgular. Bu sorgulama süreci, onu hem yıkıma hem de bir tür yeniden doğuşa götürür.


Ya da Albert Camus’nün Yabancı adlı eseri… Meursault, kendini bir anlam arayışının içinde bulmasa da, yaşamın anlamsızlığını sorgularken aslında varoluşsal bir duruş sergiler. Bu eserler bize şunu gösterir: Sorgulama, kolay bir yolculuk değildir; acılı, çelişkili ve bazen yıkıcıdır. Ama bu yolculuk, yaşamın gerçek anlamına yaklaşmak için gereklidir.


Peki, bugün bu söz bize ne ifade ediyor? Günümüzde sorgulama, teknoloji, medya ve hızlı tüketim çağında giderek daha çok unutulan bir erdem haline geldi. Sosyal medya algoritmaları, toplumun dayattığı normlar, sorgulama yerine kabullenmeyi teşvik ediyor. Ancak sorgulama, insanın özgürlük arayışının vazgeçilmez bir parçasıdır. Bir birey olarak neye inandığımızı, neden inandığımızı, hatta kim olduğumuzu sorgulamadan yaşıyorsak, yaşamın derinliğinden uzaklaşmışız demektir.


Sokrates’in bu sözü, aslında bir meydan okumadır. Hayatınızı sorguluyor musunuz? Değerlerinizi, seçimlerinizi ve inançlarınızı anlamaya çalışıyor musunuz? Eğer cevabınız hayırsa, belki de yaşamın gerçek anlamını ıskalıyorsunuzdur.


Sokrates, Delphoi Tapınağı’nın ünlü Kendini Bil yazıtını sık sık tekrar ederdi . Peki, kendimizi bilmek ne anlama gelir? Bu, yalnızca adımızı, mesleğimizi ya da sosyal rollerimizi tanımlamak değildir. Kendini bilmek, kim olduğumuz kadar, kim olmadığımızı anlamaktır.


Birey olarak sıkça içinde bulunduğumuz durumu kabul ederiz. Alışkanlıklar, rutinler ve toplumun dayattığı normlarla şekillenmiş bir hayat sürmek, çoğu zaman rahat gelir. Ancak rahatlık, farkındalıkla gelmez. Tam aksine, rahatsızlık duymak, sorgulamanın bir işaretidir. Nietzsche’nin dediği gibi, “Gerçeği arayan, rahatsızlığa hazır olmalıdır.”


İşte burada sorgulamanın bireysel yolculuğunu görüyoruz:

• Ne istiyorum?

• Neden buradayım?

• İnanıyorum dediğim şeylere gerçekten inanıyor muyum?


Bu sorular içimizde kolay yanıtlar bulmaz. Ancak her soruyla, birey kendine bir adım daha yaklaşır. Çünkü kendini sorgulayan bir insan, sadece kendi hayatını değil, çevresindeki dünyayı da anlamaya başlıyor.


Show more...
9 months ago
6 minutes 45 seconds

Akış
Buralı Filozof | Ulus Baker

“Yaşamı anlamak için değil, hissetmek için düşünmek gerekir,” der Baker. İşte bu yüzden, onun metinleri kitaplardan taşar; sokaklarda, insanların yüz ifadelerinde, gündelik hayatın ritminde yankı bulur. O, düşünceyi akademik sınırların steril zemininden çekip alarak, sokaklara, duvarlara, hatta sigara dumanına karışmış sohbetlere taşımayı başarmıştır.


Ulus Baker’in düşüncesi, Deleuze ve Guattari gibi filozoflardan izler taşır ama hiçbir zaman bir taklit değildir. Onun yaklaşımı, özgün bir tını, derin bir nehir gibi akışkan ve devrimcidir. “Her şeyin bir söyleyecek sözü vardır,” der Baker. İnsanlar, hayvanlar, kentler, sessizlik… Düşünce, yalnızca kelimelerden ibaret değildir ona göre; düşünce, varoluşun ta kendisidir.


Baker’in kaleminde edebi bir zarafet gizlidir. “Görünmeyeni anlamaya çalışın,” diye fısıldar satır aralarından. Sıradan bir çiçek, şehirde bir apartman, hatta boş bir duvar… Baker için her şey, bize dünyayı yeniden anlamayı öğretebilir.


Bugün onun en çok hatırlanan eserlerinden biri olan Dolaylı Eyleme dönüp baktığımızda, düşüncenin yalnızca bir araç değil, bir eylem biçimi olduğunu görürüz. Felsefeyi teorinin paslı çivilerinden kurtarıp pratiğe dönüştüren bu eser, bize hayatın farklı anlamlarını kavramanın yollarını gösterir. Baker’in dili, sanki konuştuğu bir arkadaşla dertleşiyormuş gibi samimi; ama aynı zamanda derinliğiyle bir kuyu kadar ürpertici.


Ulus Baker, yalnızca düşüncenin değil, duygunun da filozofudur. Duyguların sosyolojisi üzerine düşüncelerinde, insanın yalnızca bir birey olmadığını, toplumsal bir yankının, kolektif bir melodinin parçası olduğunu hatırlatır. “Hissetmek, bilmenin başka bir biçimidir,” der Baker.


Bugün Baker’in mirasına bakarken, onun sadece bir düşünür değil, bir şair gibi yaşadığını söyleyebiliriz. Hayatı boyunca konforlu akademik dünyalardan uzak durmuş, tıpkı onun deyimiyle, “düşüncenin anarşisti” olarak yaşamıştı. Bu anarşizm, sadece bir başkaldırı değil; aynı zamanda yaşamın anlamını yeniden bulma çabasıydı.


Bu podcast’te sizlere Baker’in eserlerinden yalnızca alıntılar yapmak değil, onun bakış açısını yüreğinizde hissetmenizi sağlamak istedik. Gözlerimizi kapatıp bir an için onun dünyasına dalalım. Beton yığınları arasında saklanan bir gül, sokaklarda yankılanan kahkahalar, radyolardan yayılan eski bir melodi… İşte Ulus Baker’in felsefesi tam da burada, hayatın görünmeyen derinliklerinde saklıdır.


Dinlediğiniz için teşekkürler. Bir sonraki bölümde, başka bir düşünce okyanusunda kulaç atmak üzere buluşmak dileğiyle… “Yaşama hissetmek için bakın. Düşünmek zaten ardından gelecektir.”


Akış’ta kalın!

Show more...
10 months ago
2 minutes 48 seconds

Akış
Kaderinden kaçarken kaderine koşuyorsun | Kral Oedipus

Oidipus’un hikayesi, antik Yunan mitolojisinin en çarpıcı trajedilerinden biridir ve Sofokles’in Oidipus Tyrannos adlı eseriyle ölümsüzleşmiştir. Hikaye, insanın kaderden kaçma çabasının aslında onu o kadere nasıl daha da yaklaştırdığını anlatır.

Thebai kralı Laios ve eşi İokaste, bir kehanetle sarsılır: Yeni doğacak oğulları, babasını öldürecek ve annesiyle evlenecektir. Bu korkunç kehanetten kurtulmak isteyen Laios, bebek Oidipus’u doğar doğmaz öldürmeleri için bir çobana teslim eder. Ancak çoban, bebeği öldürmek yerine başka bir ülkeye, Korinthos’a gönderir.


Korinthos kralı Polybos ve kraliçe Merope tarafından büyütülen Oidipus, kendi gerçek ailesinden habersizdir. Bir gün Delphoi kâhinine gider ve onun da aynı kehanetle lanetlendiğini öğrenir: Babasını öldürüp annesiyle evlenecektir. Bu korkuyla Oidipus, kendisini büyüten ailesinin zarar görmemesi için Korinthos’tan kaçar.


Yolda, bir geçitte yaşlı bir adamla tartışmaya girer ve onu öldürür. Bu kişi, öz babası Laios’tan başkası değildir. Ancak Oidipus bunu bilmez. Yoluna devam eden Oidipus, Thebai’ye gelir.


Thebai, o sırada Sfenks adlı bir canavarın dehşeti altındadır. Sfenks, şehre giren herkese bir bilmece sorar ve yanıtlayamayanları öldürür. Oidipus, bilmeceyi doğru yanıtlayarak Sfenks’i yener ve halk tarafından kahraman ilan edilir. Ödül olarak, dul kalan kraliçe İokaste ile evlendirilir. Böylece kehanet, farkında olmadan gerçekleşir: Oidipus, hem babasını öldürmüş hem de annesiyle evlenmiştir.


Yıllar sonra Thebai, bir veba felaketiyle karşılaşır. Oidipus, bu felaketin sebebini bulmaya çalışır ve Laios’un katilinin hâlâ cezalandırılmadığını öğrenir. Gerçekleri araştırırken, katilin kendisi olduğunu ve İokaste’nin öz annesi olduğunu fark eder.


Bu korkunç gerçek karşısında İokaste kendini asar. Oidipus ise büyük bir pişmanlık ve utançla gözlerini kör eder. Daha sonra Thebai’yi terk ederek bir sürgün hayatı yaşar.


Evet arkadaşlar Oidipus’un hikayesi, kaderin kaçınılmazlığını ve insanın onu değiştirme çabasının beyhudeliğini anlatır. Bu, hem insanın yazgısıyla savaşının hem de trajik bilgisinin bir öyküsüdür. Oidipus, kehanetlerden kaçtıkça onları gerçekleştiren bir figürdür: Kaçış, aslında yaklaşmaktır.

İnsan, yazgısının zincirlerini kırmaya çalışan bir varlık mıdır, yoksa o zincirlerin arasındaki boşluklarda özgürlük hayali kuran bir tutsak mı? Sofokles’in Oidipus Tyrannos adlı trajedisinde bu soru, bir yaşamın hem inşası hem de çöküşüyle yanıt bulur. Oidipus, kaderine meydan okuyan, ancak sonunda onun içine sürüklenen bir kraldır. Bugün, bu hikâyeye felsefi bir ışık tutarak insanın kendi yazgısıyla olan savaşını tartışacağız.


Oidipus’un trajedisini anlamak için, onun bilgiye olan arzusunu göz önünde bulundurmak gerekir. Delphoi’deki bir kahinden aldığı kehaneti öğrendiğinde, Oidipus kim olduğunu sorgulamaya başlar. Sokrates’in “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir” dediği gibi, Oidipus da kendi cehaletiyle yüzleşir. Ancak bu yüzleşme, onu kendi yıkımına götürür. Çünkü bazı bilgiler, insanın kaldırabileceğinden fazladır.


Felsefeci Friedrich Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu adlı eserinde, Oidipus’u insanın bilme arzusunun sembolü olarak görür. Oidipus, hem kendi kökenini hem de dünyanın işleyişini anlamak ister. Ancak bu bilgi, ona mutluluk değil, yalnızca acı getirir. Bilmek, özgürleştirici değil, zincirleyicidir.


Oidipus’un hikâyesinde en çarpıcı tema, insanın kaderi üzerindeki kontrolsüzlüğüdür. Babası Laios, kehanetten kaçmak için Oidipus’u terk eder; Oidipus, kehanetten kaçmak için memleketini terk eder. Ancak her iki eylem de kehaneti gerçekleştiren adımlar haline gelir.


Bu noktada, antik Yunan filozoflarının kader anlayışı devreye girer. Stoacılar, kaderi evrenin düzeni olarak görür. İnsan, bu düzeni değiştiremese de ona karşı tutumunu değiştirebilir. Oidipus ise Stoacı bir sükunet yerine Prometheus gibi meydan okuyan bir figürdür. Ancak meydan okuduğu şey, önceden yazılmış bir kitaptan ibarettir.

Show more...
10 months ago
6 minutes 1 second

Akış
Anda kalmanın gücü


Mindfulness (farkındalık), modern dünyada hem bireysel hem de toplumsal anlamda en çok konuşulan kavramlardan biri haline geldi. Ancak, bu sadece bir moda terim değil; insanın kendisiyle, çevresiyle ve anla yeniden bağlantı kurmasını sağlayan kadim uygulamadır.

Bu podcast’ta , mindfulness kavramını detaylandırıp farkındalık sanatının temel ilkelerini ele alacak ve bunu hayatımıza nasıl dahil edebileceğimize dair konuşup ve edebiyatta ki yerine bakacağız

Mindfulness, “şimdi ve burada” olanı fark etmek, bu anda yargılamadan ve tepki vermeden kalabilme pratiğidir. Bu kavramın kökleri, özellikle Budist felsefede yer alsa da, mindfulness evrenseldir.

Şimdi arkadaşlar ,Tanımı basit gibi görünse de, uygulaması dikkat ve sabır gerektiriyo. Günümüzün hızla akan yaşamında, çoğu zaman geçmişin pişmanlıkları ya da geleceğin kaygıları içinde sıkışıp kalırız. Oysa mindfulness, bizi bu düşüncelerden özgürleştirir ve yalnızca mevcut anın içinde olmaya davet eder.

• Geçmişi değiştiremezsiniz, geleceği kontrol edemezsiniz. Ancak şu anı yaşayabilirsiniz. Bu nedenle, dikkat odağınızı içinde bulunduğunuz anın detaylarına yönlendirin.

• Mindfulness pratiğinde önemli bir ilke, hiçbir şeyi “iyi” ya da “kötü” olarak etiketlememektir. Olanı olduğu gibi kabul etmek, farkındalık sanatının temel taşlarından biridir.

• Anda olanı değiştirmeye çalışmadan kabul etmek, farkındalığın derinleşmesine yardımcı olur. Bu, hem olumlu hem de olumsuz durumlar için geçerlidir.

• Mindfulness, duygu ve düşüncelerinizi bastırmak değil, onları tanımak ve gözlemlemek anlamına gelir. Bu süreç, duygusal zekayı artırır.

Edebi açıdan bakıldığında,

Orhan Veli’nin şu dizeleri anı yaşamanın güzelliğini yansıtır:

“Beni bu güzel havalar mahvetti,

Böyle havada istifa ettim,

Evkaftaki memuriyetimden.”

Orhan Veli, sıradan bir hava durumundan bile hayata dair bir anlam çıkarır. Bu, anı yaşamanın edebiyattaki en güzel örneklerinden biridir. Çünkü anı yaşamak, detaylarda gizlidir; yaşamın küçük, fark edilmez güzelliklerinde saklıdır.

İnsan, çoğu zaman geçmişin keşkelerine ya da geleceğin kaygılarına hapsolur. Bu tuzaklar, anı yaşamaktan alıkoyar. Geçmişte yaptığımız hatalar ya da gelecekte başımıza gelebilecek felaketler, bizi şimdiki zamanın güzelliklerinden koparır.

Friedrich Nietzsche, “Amor Fati” (kaderi sevmek) düşüncesiyle, hayatın her anını olduğu gibi kabul etmeyi öğütler. Ona göre, yaşadığımız her şey, iyi ya da kötü, bizim varoluşumuzun bir parçasıdır. Geçmişe saplanmak ya da geleceği aşırı planlamak yerine, hayatı olduğu gibi kucaklamak gerekir.

Son yıllarda mindfulness (farkındalık) kavramı, anı yaşamanın modern bir yorumu olarak popüler hale geldi. Mindfulness, anda kalmayı, o anın getirdiği hisleri ve düşünceleri yargılamadan kabul etmeyi öğretir.

Bir fincan çay içerken, çayın sıcaklığını hissetmek; bir dostun gözlerine bakarken o anın büyüsünde kaybolmak… İşte mindfulness’ın özü budur.

Hayat, aslında küçük anların birleşiminden ibarettir. Bir kuşun kanat çırpışı, bir çocuk kahkahası, bir rüzgarın tenimize dokunuşu… Tüm bu anlar, hayatı anlamlı kılar. Ancak bunları fark etmek, anı yaşamayı gerektirir.

Mevlana’nın şu sözleri, anı yaşamanın derinliğini anlatır:

“Dün geçti, yarının geleceği belli değil. O halde tek bir zaman var: Şimdi.”

Anı yaşamak, hayatın her anında bir hikaye saklı olduğunu görmektir. Her gün, her saat, hatta her saniye, bir mucize gibi önümüze serilir. Bu mucizeleri görmek, onları hissetmek, yaşamın en büyük hediyesidir.

Hayat, aslında bir davettir; her an, bize yaşamak için bir fırsat sunar. Ancak bu fırsatı değerlendirmek, dikkatli bir göz, açık bir kalp ve şükran dolu bir zihin gerektirir.

Arkadaşlar Şimdi size bir davet sunuyorum Bugün, hayatın küçük bir anını fark edin. Belki bir kuşun cıvıltısını, belki bir rüzgarın yapraklarda yarattığı dansı… Bu küçük anlar, aslında hayatın kendisidir.

Show more...
10 months ago
4 minutes 35 seconds

Akış
Nietzsche'nin at olayı


Torino’nun Piazza Carlo Alberto meydanında Nietzsche o gün, her zamanki gibi şehirde dolaşır. İtalya’nın o dingin kış günlerinden biri… Ama birden meydandaki sessizlik bozuluyor. Bir at arabacısı, arabasını çekmekte zorlanan zavallı bir atı acımasızca kırbaçlamaya başlıyor. Kalabalık, bunu sıradan bir olay gibi izlerken, Nietzsche bir anda duruyor. Bir şeyler onu bu sahneye doğru çekiyor.


Bu sahne onun için dayanılmaz bir hâl alıyor. Ve sonra… Nietzsche, o filozof duruşunu geride bırakarak kalabalığı yarıyor ve doğrudan atın yanına koşuyor. Atın boynuna sarılıyor. Evet…… bir filozof, dünyanın en acımasız gerçeği karşısında sadece ağlıyor. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor.


Bu olay, Nietzsche’nin çöküşünün başlangıcı olarak kabul edilir. Atın boynuna sarıldığı o an, Nietzsche’nin yalnızca hayvanlara değil, insanlığın çektiği acıya da duyduğu hassasiyetin dışa vurumuydu. Ama aynı zamanda, onun zihnindeki çatlakların artık tamir edilemeyeceğinin bir işaretiydi. Nietzsche, o olaydan sonra zihinsel bir karanlığa sürüklendi. Kendini artık ‘Çarmıha Gerilmiş İsa’ olarak tanımlamaya başladı.”

Nietzsche, o atın kırbaçlanışında insanlığın acısını gördü. Belki de o an, insanın doğaya, hayvanlara ve hatta birbirine karşı ne kadar acımasız olabileceğini hissetti.

“Nietzsche’nin bu tepkisini anlamak için onun felsefesine yakından bakmamız gerekiyor. Bilindiği gibi , Nietzsche ‘güç istenci’ kavramıyla tanınır. Ona göre hayat, güç elde etme mücadelesiydi. Ama Torino’daki bu olayda, Nietzsche’nin felsefesindeki bir paradoksu görürüz: Güç, aynı zamanda şefkati gerektirir mi?


Bu olay, onun felsefesinin insani yönünü gözler önüne seriyor. Çünkü burada Nietzsche, derin bir empati ve hassasiyetle dolu bir insan olarak karşımıza çıkıyor. Bir filozofun, tüm entelektüel zırhını çıkarıp acı çeken bir hayvana sarılması, aslında felsefenin özüne dair çok şey söyler ; İnsanlık, şefkat ve acıyı anlamak.”

Bu olay sadece Nietzsche’nin hayatında değil, sanat ve edebiyat tarihinde de derin izler bıraktı. Mesela Béla Tarr’ın ‘Torino Atı’ adlı filmi, tam da bu olaya odaklanır. Filmde, bir atın hikayesi üzerinden insanın varoluşsal yalnızlığı ve acısı işlenir. Nietzsche’nin hayatındaki bu an, hepimize bir soruyu hatırlatır: Acının tam ortasında nasıl insan kalabiliriz?

Evet arkadaşlar, Nietzsche’nin Torino’daki o anı, bize insanın hem güçlü hem de kırılgan yanını hatırlatıyor. Bir filozofun sessiz bir meydanda bir hayvanın boynuna sarılıp ağlaması, aslında hepimizin içinde taşıdığı acı ve şefkatin sembolü. Belki de Nietzsche bize şunu söylemek istiyor: Hayatta en büyük cesaret, acıyı görmek ve buna duyarsız kalmamaktır.” Akışta ve hoşça kalın


Show more...
10 months ago
3 minutes 5 seconds

Akış
Persephone'un dönüşümü

Persephone, bereket tanrıçası Demeter’in kızıdır. Çiçeklerle bezeli bir bahar gününde, çiçek toplarken yeraltı tanrısı Hades tarafından kaçırılır. Hades,Persephoneyeraltına götürerek onunla evlenir ve onu ölüm diyarının kraliçesi yapar.

Demetır, kızını kaybetmenin acısıyla dünyayı bir kış karanlığına boğar. Tanrılar, bu acının dünyayı felakete sürüklediğini fark edince bir çözüm bulmak zorunda kalır. Sonunda persefon, yılın bir kısmını annesiyle yeryüzünde, diğer kısmını ise Hades’le yeraltında geçirmeye karar verir.


Persephone , yeraltında geçirdiği zaman kışa, yeryüzüne döndüğü zaman ise bahara dönüşür. Bu hikâye, doğanın mevsim döngülerini açıklayan bir mitolojik anlatıdır. Ancak bu kadar mı? Hayır, hikâyenin felsefi ve edebi anlamlarına gelin birlikte bakalım.


Persephone’nin hikâyesi, yaşam ile ölüm arasındaki kaçınılmaz döngüyü temsil eder.

  • ​ Yeraltına inişi, insanın kendi içsel karanlığıyla yüzleşmesini simgeler.

Hepimizin ruhunda, Hades’in krallığını andıran karanlık köşeler vardır.

bunu gustav yungun gölge kuramını bilen daha iyi anlar.


  • ​ Yeryüzüne dönüşü ise yeniden doğuşun, umudun ve iyileşmenin sembolüdür.


Bu döngü, insan yaşamının yalnızca başlangıç ve bitişten ibaret olmadığını, aradaki iniş ve çıkışların da anlam yüklü olduğunu hatırlatır. Nietzsche’nin “sonsuz dönüş” kavramı, Persephone’nin mevsimsel döngüsünde yankılanır.


Persephone’nin hikâyesi, aynı zamanda kadının kendini keşfetme süreci olarak da yorumlanabilir.

  • ​ Persephone, annesinin koruyucu kollarında masum bir kızken, Hades’in yanında ölüm diyarının güçlü bir kraliçesine dönüşür.
  • ​ Bu süreç, bireyin bağımsızlık kazanma, kendi kaderini belirleme ve kimlik oluşturma yolculuğunu yansıtır.


Simon de Buvar ’ın kadının özgürleşmesi üzerine yazdıkları, Persephone’nin bu dönüşümüyle paralellik taşır.


Edebiyatta Persephone, Dante’nin İlahi Komedya eserinde, yeraltı ve cennet arasındaki geçişlerde Persephone’nin hikâyesinin yankılarını buluruz. Dante’nin yeraltı dünyası, karanlıkta ışığı arayan bir ruhun yolculuğunu simgeler. Persephone de yeraltının karanlığında kendi gücünü bulur.

  • ​ Siliviya Pılat’ın şiirlerinde ise Persephone’nin yeraltına inişi, depresyonun ve melankolinin bir metaforu olarak yer bulur.


Persephone’nin yeraltına inişi, acıdan kaçmak yerine onunla yüzleşmeyi öğretir. Acı, dönüşümün kaçınılmaz bir parçasıdır. Belki de bu yüzden, Joseph Campbell’ın “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” şemasında karanlık bir mağaraya inmek, kahramanın kendi gücünü bulduğu andır.


Doğa gibi insan hayatı da döngüseldir. Zor zamanlar geçer ve ardından bahar gelir. Persephone, her birimizin içinde bir yerlerde saklı olan bu yenilenme gücünün bir simgesidir.



Bu hikâye, yaşamın inişleri ve çıkışlarıyla nasıl başa çıkacağımıza, karanlıkta nasıl güç bulacağımıza dair bize rehberlik eder. Her birimiz, bir parçamızın yeraltında Hades’in krallığında kaldığını hissederiz. Ama unutmamalıyız ki, bahar hep geri döner. Unutmayın, her şey bir döngüdür. Akışta ve hoşçakalın.


Show more...
11 months ago
3 minutes 3 seconds

Akış
Bu kanalda ilgi çekici Tarih , Felsefe ve Edebiyat alanlarında podcastler yayınlanır.