
Bir buzdağını düşünün. Yüzeyde, suyun üzerinde kalan küçük bir kısım vardır. Bu, bizim günlük hayatta gördüğümüz, paylaştığımız ve sergilediğimiz yanımızdır. Kimliğimizin, rollerimizin, başarılarımızın ve hatalarımızın açıkça görünen kısmı… Ancak buzdağının asıl büyük kısmı, suyun altındadır. O karanlık, soğuk derinlikte, kimsenin kolayca göremeyeceği bir dünya saklıdır.
Bu görünmeyen dünya, bizim korkularımızı, arzularımızı, hayallerimizi, travmalarımızı ve bilinçaltımızı barındırır. Carl Gustav Jung’un ifadesiyle, bu “gölge”mizdir. Yüzeye çıkmaya korkan, ama bizi biz yapan yönlerimiz…
Günlük hayatımız bir sahne gibi… Bir oyun oynuyoruz. Maskeler takıyoruz. İş yerinde profesyoneliz, arkadaş ortamında neşeliyiz, yalnızken belki kırılganız, ama her şeyin ötesinde, içimizde sessizce var olan bir taraf var. Çoğu zaman, bu tarafı bastırırız. İnsan, bilinçli zihniyle kendini kontrol altında tuttuğunu sanır. Ama derinlerde bir yerlerde, bizden saklanan, unutulan, belki de hiç keşfedilmemiş bir “ben” var.
Tamda bu noktada Sigmund Freud’un bilinçaltı kavramına değinelim. Freud’a göre insan zihni, bir buzdağı gibidir. Bilincimiz, yani farkında olduğumuz şeyler, buzdağının yalnızca görünen kısmıdır. Ancak bilinçaltı, asıl büyük kısmı oluşturur.
Bilinçaltı, bastırılmış duygularımızı, korkularımızı ve arzularımızı barındırır. Bunlar su yüzüne çıkmaz; ancak rüyalarımızda, davranışlarımızda ve tepkilerimizde kendini belli eder. Örneğin, nedeni belirli bir durumda aşırı tepki verdiğimizi ya da bir korkuya neden sahip olduğumuzu bazen anlayamayız. İşte bu, buzdağının görünmeyen kısmının etkisi.
Buzdağı metaforu, toplumsal bir anlam da taşır. Toplumların da görünmeyen derinlikleri vardır: bastırılmış tarihleri, unutulan hikayeleri ve karanlık geçmişleri… Bu , toplumların bugünkü davranışlarını ve tercihlerini etkiler.
Edebiyat ve felsefe işte tam da burada devreye giriyor. Dostoyevski, insan ruhunun derinliklerine inerken, karakterlerini hep bu görünmeyen yüzeyin altına sürüklemiştir. Yeraltı Adamı neden bu kadar öfkelidir? Çünkü toplumun ona dayattığı rolleri reddetmiş, ama kendi iç dünyasının derinliklerinde kaybolmuştur. Sen de belki bir gün aynada kendine baktığında, o görünen yüzeyin ötesinde kim olduğunu merak etmişsindir.
Franz Kafka’nın Dönüşüm adlı eserini düşünelim. Gregor Samsa’nın bir sabah devasa bir böceğe dönüşmesi, yüzeyde absürt bir durum gibi görünür. Ancak bu dönüşüm, bir insanın kendini toplumdan ve ailesinden yabancılaşmış hissetmesini, kendi varoluşunu sorgulamasını anlatır. Kafka’nın diliyle, buzdağının altındaki derin karanlığı hissederiz.
Salvador Dalí’nin sürrealist tablolarına bakalım. Dalí’nin eserleri, gerçeklik ile bilinçaltı arasındaki o ince çizgide gezinir. Onun eriyen saatleri ya da tuhaf figürleri, bizim günlük hayatta bastırdığımız arzularımızı ve korkularımızı yüzeye çıkarır.
Şimdi daha da derine inelim
Hatırlamak istemediğin anılar var mı? Çocukluğunda seni korkutan bir şey? Belki de bir anlık kırılma, bir reddedilme, bir ihanet… Bunlar suyun altında kaldı. Ama kaybolmadılar. Bir buzdağının asıl kütlesi gibi, derinlikte duruyorlar. “gölge” dediğimiz şey işte burada karşımıza çıkıyor. Gölge, bizim bilmek istemediğimiz, ama bizi şekillendiren yönümüz. Bastırdığımız duygular, öfkemiz, korkularımız...