
Bu söz, farklı açılardan yorumlanabilir: Bir yanda ekonomik adaletsizlik, bir yanda dinin insanlara sunduğu umut ve sığınak. Bir yanda fakirlerin yaşam mücadelesi, diğer yanda dinin bir teselli olarak kullanılması… Bugün, bu cümleyi tarihsel, felsefi ve dini perspektiflerden inceleyeceğiz.
Bu söz, ilk bakışta modern bir eleştiri gibi görünebilir ama aslında insanlık tarihi boyunca tekrar tekrar karşımıza çıkan bir gerçekliği yansıtıyor.
Orta Çağ Avrupası’nda feodalizm, toplumu yöneten temel sistemdi. Kral, soylular ve kilise, toprağı ve zenginliği elinde tutarken, köylüler, yani serfler, ağır vergiler altında eziliyordu. Onların dünyada sahip olduğu tek şey, yaşamlarının sonunda kendilerini bekleyen cennetti. Kilise, yoksulların dünyadaki sefaletine “sabır” ile yaklaşmasını öğütlüyor, kralları ve soyluları ise “Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcileri” olarak kutsuyordu.
Dini öğretiler, yoksul halka “Bu dünya bir sınavdır, ahirette mükâfat alacaksınız” diyerek, onların dünyadaki adaletsizliğe karşı isyan etmelerinin önüne geçiyordu. Kilise zenginlerden yana bir tavır alırken, fakirleri “tevekkül” etmeye yönlendiriyordu.
Sanayi Devrimi ile birlikte kapitalizm doğdu. Feodal toprak sahiplerinin yerini fabrika sahipleri aldı. Şehirlerde fabrikalarda çalışan işçiler, tıpkı Orta Çağ serfleri gibi, ağır koşullar altında eziliyordu. Ancak bu dönemde dinin rolü biraz değişti.
• Bir yanda, kilise yine fakirleri “Tanrı’ya sığınmaya” çağırıyordu.
• Öte yanda, Karl Marx gibi düşünürler, “Din, halkın afyonudur” diyerek, dinin fakirlerin sömürülmesini sağlayan bir araç haline getirildiğini iddia ediyordu.
Zenginler, fakirlerin sadece çalışmasını ve itaat etmesini istiyor, onların isyan etmemesi için Tanrı ve dinin sunduğu umut tek dayanak noktası olarak bırakılıyordu.
Bu sözün felsefi arka planına baktığımızda, insanın varoluşsal sorunlarıyla karşılaşıyoruz. Din ve sınıf mücadelesi arasındaki ilişkiyi en iyi anlatan filozoflardan bazılarına bakalım.
Marx, fakirlerin din yoluyla avutulduğunu ve pasif hale getirildiğini savundu. Ona göre din, gerçek dünyadaki adaletsizlikleri saklayan bir perdeydi. İnsanlar, bu dünyada adalet bulamayacaklarına inandırılıyor ve tüm umutlarını ahirete bağlıyorlardı.
Fakat Marx aslında dini değil, dini kendi çıkarları için kullanan zenginleri eleştiriyordu. Ona göre din doğal bir inanış olmaktan çıkıp , toplumu kontrol etmek için mekanizma haline gelmişti.
Friedrich Nietzsche, Tanrı’nın öldüğünü söylerken, aslında dinin toplumu pasifleştiren bir unsur haline geldiğini savunuyordu. O, insanların kendi güçlerini fark etmeleri ve ahlaki otoritelerden bağımsız hareket etmeleri gerektiğini düşünüyordu.
Nietzsche’ye göre zenginler, fakirlere sadece Tanrı’yı bıraktı çünkü bu, onların güçsüz kalmasını sağlıyordu. Eğer fakirler isyan etmez, sadece dua eder ve beklerse, statüko korunur.
Varoluşçu filozoflar ise insanın kendi anlamını yaratması gerektiğini savundu. Sartre’a göre insanlar kendi kaderlerinden sorumluydu ve Tanrı’ya bel bağlamak, kişinin kendisini inkâr etmesi anlamına gelirdi.
Şimdi, dinlerin bu konuya nasıl yaklaştığını inceleyelim.
İslam’da zenginlerin malını fakirlerle paylaşması öğütlenir. Zekât, İslam’ın beş şartından biridir. Ancak İslam’da da sabır, tevekkül ve ahiret ödülü fikri güçlüdür.
Kur’an’da birçok ayet, fakirlerin Allah tarafından ödüllendirileceğini, zenginlerin ise mallarının bir sınav olduğunu anlatır. Ancak tarihsel süreçte İslam topluluklarında da zenginler, dinin bu yönünü kendi çıkarlarına uygun şekilde kullanmıştır.
Hristiyanlıkta da benzer bir anlayış vardır. Hz. İsa, “Zenginlerin cennete girmesi, devenin iğne deliğinden geçmesinden daha zordur” diyerek fakirlerin ahlaki üstünlüğünü vurgulamıştır.
Fakat Katolik Kilisesi, tarih boyunca büyük servetler biriktirmiş ve zenginler fakirlere sadece Tanrı’yı bırakırken, kendileri dünyada büyük güçler elde etmiştir.