
İkarus’un hikâyesi, insanın sınırlarını sorgulayan, hırs ile tevazunun çarpıştığı bir yolculuktur.
Antik Yunan mitolojisinde İkarus, labirent ustası Daidalos’un oğludur. Daidalos, kralın emriyle Minotor için inşa ettiği labirentten çıkmak isteyenlerin zekâsına karşı kendi zekâsıyla mücadele eden bir ustadır. Ancak zekâsı, onu hem özgürlüğe hem de trajediye sürükler. Daidalos ve oğlu İkarus, kralın gazabından kaçmak için bir çözüm ararlar ve insanın hayal gücünün zirvesi olan o ünlü kanatları yaparlar.
Bu kanatlar balmumundan ve kuş tüylerinden yapılmıştır. Kanatlar bir hayalin somutlaşmış hâlidir: İnsan, uçmayı öğrenebilir mi? İşte burada ilk felsefi soruyla karşılaşıyoruz: İnsan, doğasının sınırlarını aşabilir mi? Eğer aşarsa, bu onun yükselişi mi olur yoksa düşüşü mü?
İkarus’un hikâyesi, gençliğin sınırsız cesaretini ve kontrolsüz hırsını anlatır. Babası Daidalos, ona bir öğüt verir:
“Ne çok yükseğe çık, ne çok alçakta kal. Ortada uçmalısın; ne güneşin kanatlarını yakmasına izin ver ne de denizin nemine kanatlarını kaptır.”der.
Babası Dengede kalmanın önemini vurgular. Fakat genç İkarus, bu öğütle yetinemez. Gökyüzüne yükselmek, tanrılara yaklaşmak, bir ilah gibi uçmak ister. Burada insanın ebedi arzusu karşımıza çıkar: Daha fazlasını istemek.
Peki, bu istemek, bir lanet midir? Felsefeci Nietzsche’nin “üst insan” kavramı, tam da burada devreye girer. İnsan, sıradanlığın zincirlerini kırıp kendi varoluşunu aşmak ister. Ancak bu arzunun bedeli nedir?
İkarus, babasının sözlerini unutarak, güneşe doğru yükselir. Kanatlarındaki balmumu, güneşin sıcaklığıyla erimeye başlar. Kanatlarının çözülüşü, onun yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal düşüşünü de sembolize eder. Çünkü o anda İkarus, insanın kırılganlığını fark eder. İnsan, tanrılar gibi olmaya kalktığında kendi faniliğiyle yüzleşir.
Burada edebiyatın büyük trajedilerinden biri belirir: İnsan, sınırlı bir varlık olduğu hâlde neden sınırsız olanı arzular? Goethe’nin Faust’unda olduğu gibi, insan, bilginin, kudretin ya da hırsın peşinde koşarken kendi doğasına ihanet eder mi?
Denize Düşen Bir Rüya
İkarus, bir anda denize doğru düşer. Onun düşüşü, aslında insanın hatalarının ve hırslarının bedelini ödediği andır. Ancak İkarus’un hikâyesi yalnızca bir yenilgi değil, aynı zamanda bir başarıdır. Çünkü o, rüyasını gerçekleştirmek için uçmayı göze almıştır.
Edebiyatın büyük anlatılarında bu düşüşü sıklıkla görürüz. Albert Camus, insanın trajedisini “Sisifos Söyleni”nde ele alır. Camus’ye göre insan, hayal ettiği şeyin imkânsız olduğunu bilse bile o taşın peşinden koşmaya devam eder. İkarus da bunu yapmıştır.
Peki , İkarus’un düşüşü, bir trajedi mi yoksa zafer mi? Şimdi Bu, bakış açımıza bağlı. Evet, o düştü; ama aynı zamanda gökyüzüne yükselme cesaretini gösterdi. Çoğumuz kanatlarımızı açmaya bile cesaret edemezken, o güneşe dokunmayı denedi.
Ve burada bir soru sormamız gerekiyor: Cesaretin bedeli bir düşüşse, o düşüşe değer mi? İkarus, denize düştüğü an bile tanrılar gibi hissetmiş olabilir. Çünkü en azından denemiştir.
Son olarak, İkarus’un hikâyesi hepimize bir şey öğretir: Hayallerimizin peşinden koşarken, bu rüyanın bedelini ödemeye hazır mıyız? Belki de gerçek başarı, düşüşlerin içinde saklıdır.