Harama bakmaktan kendini kurtarâbilmek için yoğun bir mücadeleye girmek gerekir. Şunu bilmelisin ki, insan üstün bir himmet ve zahmet olmadan sıradan bir şeyi bile elde edemez. Meselâ, bedensel bir hastalığa düştüğün zaman tatsız ilaçlar içmeye rıza gösteriyorsun. Neden? Hedefin iyileşmek olduğu için bu tatsızlığa katlanıyorsun. Ruhsal bir hastalıktan kurtulmak için daha fazla zorluğa katlanmanın gerekli olduğunu bilmelisin.
Bu bilinci kazandıktan sonra harama bakmaktan kurtulmanın ilacı olarak şunlar söylenebilir:
1. Harama bakma gibi bir durumla karşılaşırsan ilk önce şunu düşün: Bakacağın kadının, anne ve babası, senin bu durumundan haberdar olursa halin ne olur? Bunun için biraz korku veya utanmaya kapılacak olursan o zaman her şeyi hakkıyla bilen Râbbinin seni gördüğünü düşün! Sen, O (c.c.)’un verdiği nimetleri kullanarak onun huzurunda haram işlemektesin, utanman gerekmiyor mu?
2. Cehennemin elim azabını hatırla!
3. Eğer başka biri benim karıma veya kızıma böyle şehvet ve kem gözle bakarsa ve ben bunu fark edersem ne yaparım?
4. Allâh (c.c.)’un bizi gördüğünü ve kıyâmet gününde herkesin önünde bunun hesabını soracağını tasavvur etmektir.
5. Kalbinde günâha bir meyil hissettiğin zaman abdest alıp iki rekât namaz kıl, Allâh (c.c.)’dan af dile ve bu hastalıktan kurtulmak için duâ et. Kalbin günâha tekrar meylederse yine bunları yap. Bir günde birkaç defa aynı şeyleri yapmak zorunda kalabilirsin. Ancak sonraki gün mutlaka nefsinin zayıfladığını hissedeceksin. Üçüncü gün belki o harama karşı hiçbir istek oluşmayacaktır. Böylece yavaş yavaş harama bakma hastalığından kurtulacaksın. Çünkü namaz nefse ağır gelir.
6. Harama göz diktiğin zaman şunu düşün: Bir hocan veya mürşidin seni bu hâlde görse yüzünü başka tarafa çevirmez misin? O hâlde Allâh (c.c.)’un gözetimi altında iken nasıl böyle bir harama düşebiliyorsun!
(Misvâk Neşryat, Eşref Ali et-Tehanevî, Tehzibu’l Ahlâk, s.37-40)
Sultan Vahdeddin, I. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılıp toprakları işgal edilen bir devlet devralmasına rağmen, işgal ve esaretin amansız şartlarına göğüs gererek batan devleti kıyıya çekme yükünü sırtlanmıştır. Bu gerçeğe, Saray Nazırı Avni Paşa’ya söylediği şu sözlerle parmak basmıştır: “Bize hükümdarlık değil, türbedarlık mukaddermiş. Vatan viraneye dönmüş, Anadolu ateş içindedir. Talih ve kaderim gereği maziden miras aldığım elim olayların içindeyim.” Son sığınağımız Anadolu’da istiklal meşalesini ateşletmiş ve vatanın kurtuluşunda büyük rol oynamıştır. İşgal ve esarete karşı paratoner vazifesi görüp, vatan ve milleti selamete çıkarmasına karşılık, maalesef tarihimizin en ağır şekilde itham edilen şahsı olmaktan kendini kurtaramamıştır. Bu duruma ilişkin Tarihçi Reşat Ekrem Koçu’nun tahlili gayet vecizdir: “Memleket felakete düştükten sonra işbaşına geçen, ağır sorumluluk yüklenen o kara bahtlı insanlar, tarihin sigorta lambalarına benzer. Kendilerinin yanması vatan ve milletin kurtulmasını temin eder.”
Yaveri İsmail Hakkı Okday’ın naklettiği müşahedeler de tarihi kıymete sahiptir: “Padişahın arkadaşım Çopur Neşet Bey’le çalıştığımız odaya ikide bir uğradığına; Anadolu’da geçen Millî Mücadele’nin askeri durumlarıyla yakından ilgilendiğine ve bir askeri başarımızın kendisini son derece sevindirdiğine tarih huzurunda şahadet edebilirim. Sultan Vahdeddin, öyle sanıldığı gibi Millî Mücadele’mizin düşman orduları tarafından yok edilmesini katiyen arzulamaz; bilakis zaferi dört gözle beklerdi.”
(İsmail Çolak, Zafer Dergisi, 533. Sayı, Mayıs 2021)
Musa (a.s.) bir gün “Yâ Râb! Kullarının sana sevgilisi hangisidir?” diye sordu. Yüce Allâh “Onların beni en çok zikredenidir” buyurdu. Musa (a.s.): “Yâ Râb! Kullarının en zengini hangisidir?” diye sordu. Yüce Allâh: “Kendisine verdiğim şeye en râzı olanıdır!” buyurdu. Musa (a.s.) “Yâ Râb! Kullarının en iyi hüküm vereni hangisidir?” diye sordu.Yüce Allâh: “İnsanlar hakkında kendisi için hüküm verdiği gibi hüküm verendir” buyurdu. Musa (a.s.) “Yâ Râb! Kullarının, sana karşı en haşyetlisi hangisidir?” diye sordu. Yüce Allâh “Onların beni en iyi bilenidir!” buyurdu. “İlâhî! Ben, sana nasıl şükredeyim ki, bana ihsan buyurduğun nimetlerinden en küçük bir nimete bile bütün amellerim denk gelmez!” dedi. Yüce Allâh “Ey Musa! İşte sen şimdi bana şükrettin!” buyurdu.
Musa (a.s.): “Ey Râbb’im! İyiliği emir, kötülükten nehy ve Allâh (c.c.)’a imân eden hayırlı bir ümmetin insanlar için ortaya çıkarılacağını Tevrat’ta yazılı buldum. Onları benim ümmetim yap!” dedi. Yüce Allâh “Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu. Musa (a.s) “Ey Râbb’im! Kendilerinden öncekiler kitaplarını ezberlemeyip yüzünden okurlarken, İncilleri (İlim ve hikmetin aslı olan kitapları) kalplerinde (ezberlerinde) bulunan bir ümmeti, Tevrat’ta yazılı buldum. Onları, benim ümmetim yap!” dedi. Yüce Allâh: “Onlar, Ahmed’in ümmetidir!” buyurdu.
(M.Asım Köksâl, Peygamberler Tarihi, s.96-98)
Orta Çağ’da Avrupa’lılar mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir “kemik evi”ne götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı. Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı. Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar.
Bir kişi bütün gece bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık bile yapıyordu. Hatta bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor, aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakı- yordu. Buna “uyanma” nöbeti deniyordu.
İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı. Orta Çağ’da Avrupa’daki rahibelerin yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı. Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50 yıldan fazla süren hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı. Tuvaletle henüz tanışmayan Avrupa’da lazımlıkları sokaklara boşaltma adeti 17. yy’a kadar sürdü. Fransa krallarından 14. Louis, gününün belli bir zamanını lazımlığında oturarak geçirir, devlet işlerini de buradan yürütürdü. 1600’lerde İstanbul’a gelen İngiliz büyükelçiler, lazımlık kullanma ve bunu da pencereden boşaltma adetleri yüzünden şehirden uzak olan Tarabya’yaki bir konağa gönderilmişti.19.yy’da kesin olarak tuvalet kullanma sözü vermeleri üzerine Taksim’e taşınmalarına izin verilmişti.
İnsan hakları ve demokrasi palavralarıyla bizi uyutmaya kalkan Batı’nın ilk önce kendi karanlık geçmişiyle yüzleşmesi gerekmez mi?
(Prof. Dr. Erol Duren)
Hz. Ümmü Seleme (r.anhâ) İslâm ile şereflenen ilk müslümanlardan. Habeşistan ve Medine’ye hicret eden ilk kafilede yer almış, çilekeş bir İslâm mücâhidesidir. Hudeybiye antlaşmasından sonra gösterdiği dirayet ve fetanetiyle, Efendimiz (s.a.v.)’e verdiği fikri desteği ile tanınan bir annemiz. Zekâsı, soyu, güzelliği, iffeti ve nezâketiyle Resûlullâh (s.a.v.)’e aile olma şerefine eren bahtiyarlardandır. Medine’ye hicreti çok sıkıntılı oldu. Müşrik akrâbaları, zevcesi Hz. Ebû Seleme (r.a.)’in Hz. Ümmü Seleme (r.anhâ)’yı götürmesine müsaade etmeyip alıkoydular. Daha sonra Hz. Ümmü Seleme (r.anhâ)’da hicret etti. Uhud Savaşında Hz. Ebû Seleme (r.a.) yaralandı ve vefatından önce hanımı için duâ etti: “Allâh’ım! Ümmü Seleme’ye benden sonra daha hayırlı ve onu hor görmeyecek, incitmeyecek bir koca nasib et” dedi. Bir müddet sonra vefat etti. Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendimiz onun gibi mücâhide bir hanım sahabîsinin dört çocuğu ile ortada kalmasına gönlü razı olmadı. Hicri 4. yılın şevval ayının sonlarında Resûlullâh (s.a.v.) ile evlendi.
Hz. Ümmü Seleme (r.anhâ) annemiz asalet sahibi bir hanımefendi idi. Efendimiz (s.a.v.)’e karşı hep asîl davranışlar sergiledi. Hayatını zühd, takvâ ve ibâdetle geçirdi. Hanım sahabeler arasında fıkhı en iyi bilenlerdendi. Bilhassa hanımlarla ilgili meselelerde İslâm fıkhını en iyi bilen sahabeler arasında yer aldı. Hadis ilmine de çok büyük hizmetlerde bulundu. Hz. Ümmü Seleme (r.anhâ), hadis rivayetinde Hz. Aişe (r.anhâ) annemizden sonra ikinci sırayı aldı. Hz. Ümmü Seleme (r.anhâ) annemiz, hicri 61 yılında Medine-i Münevvere’de vefat etti. Bakî kabristanlığına defnedildi. Cenâb-ı Hâkk’tan şefaatlerini niyaz ederiz.
(Mustafa Çelik, Fıkhu’s Sahabe, c.2, 3. Bölüm)
Peygamberimiz (s.a.v.), bazı hadislerinde, ümmetinin ömrünün bin beş yüz seneyi pek geçmeyeceğini söylüyor. Ve Ahir Zaman olarak belirtilen son safhada da yaşanacak kıyamet alametlerini belirtiyor.
“İnsanların başına bir zaman gelecek ki, onlardan faiz yemeyen kalmayacak, yemese bile tozu onlara bulaşacaktır. Birçok kişi, az bir dünyalık karşılığında dinini feda edecek. Kazanç, belirli kişiler arasında dolaşacak, dar gelirliler açlık ve sıkıntıya düşecek. Kabirler süslenecek ve Kur’an, kazanç getiren bir metâ hâline gelecek. Fitne her eve girecek ve tecrübesiz gençler başa geçecekler. Kur’an’dan bir resim, İslâm’dan bir isim, müslüman’dan bir cisim kalacak. Üç şey çok kıymetlenecek; helal para, kendisiyle amel edilen sünnet ve candan bir dost. Ecnebiler çoğalacak ve müslümanlara galebe edecekler. Sonradan gelen nesiller, önceden gelenlere sövüp sayacaklar. Mihnet, bela, musibet artacak, rahat ve huzur kalmayacak, kimse eliyle bunları önleyemeyecek. Bir müslüman, koyundan daha âciz olacak, hor ve hakîr görülecek. İlim azalacak, cehalet, anarşi ve cinayetler artacak, adam öldürmek, hafif bir suç sayılacak. Hilesiz iş yapılamayacak, tacirler ve yazarlar artacak kalem bollaşacak. Kişi, elbisesini sakındığı kadar dinini sakınmayacak ve fakirler de namaz kılmayacak. Akrabalık bağları kopacak ve selâm, sadece tanıdık olanlara verilecek. Zenginler ticaret için, hafızlar riya ve gösteriş için hacca gidecekler. Büyükleri merhametsiz, küçükleri hürmetsiz olacak, çocukları terbiye, köpekleri terbiyeden daha zor olacak. İnsanlar, kötülüklerden birbirlerini sakındırmayacaklar ve iyiliği emretmeyecekler. Minareler çoğalacak, camiler süslenip ziynetlenecek.” Bunlar alemetlerin sadece bir kaçı…
(Suat Arusan, Zafer Dergisi)
Aişe (r.a.), Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu söyledi: “Cebrâil bana komşuya iyi davranmayı o kadar çok tavsiye etti ki, neredeyse komşu komşuya mirasçı kılınacak sandım.” Ebû Şüreyh el-Huzâ’î (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allâh (c.c.)’a ve âhiret gününe imân eden kimse komşusuna iyi davransın. Allâh (c.c.)’a ve âhiret gününe imân eden kimse misâfirine ikrâmda bulunsun. Allâh (c.c.)’a ve âhiret gününe imân eden kimse ya faydalı söz söylesin veya sussun!” Komşu, evinin yakınlığı sebebiyle akrâba gibi yakın kâbul edilmiştir. Cebrâil (a.s.), Server-i Enbiyâ (s.a.v.) Efendimiz’e işte bu sebeple komşuya iyi davranılmasını sık sık tavsiye etmiş, Allâh’ın Resûlü (s.a.v.) de bu sebeple, Cebrâil (a.s.)’ın bu ısrarlı tavsiyelerini bizlere: “Neredeyse Allâhü Teâlâ, komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım.” şeklinde dile getirmiştir.
Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.) efendilerimiz Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in bu konuda “Allâh’a ve âhiret gününe imân eden kimse komşusuna iyi davransın” şeklindeki buyrukları sebebiyle, gayr-i müslim komşularıyla bile hediyeleşmeyi ihmâl etmemişlerdir. Fakat müslümanlar, dinlerinden uzaklaştıkça komşularından da uzaklaşmışlardır. Komşuyla selâmlaşmalı, hediyeleşmeli, hâlini hatırını sormalı, hastalanınca ziyâret etmeli, yardıma ihtiyacı varsa yardım etmelidir. Komşuya hiçbir şekilde zarar vermemeli, onu gücendirmemelidir. Misâfire ikrâmda bulunmak, insanlara faydalı söz söylemek, bunu söyleyemiyorsa susmak da dinimizin emirleri arasındadır. Bütün bunlar, imân ile doğrudan ilgili görevlerdir.
(İmâm Buhârî, Edebü’l-Müfred, c.1, s.141-142)
İsmi Hz.Abdullah bin Ravaha (r.a.) künyesi Ebu Muhammed olup, Ebu Ravaha ve Ebu Amr da denilmiştir. Hz. Abdullah b. Ravaha (r.a.) Ensar’ın ilk müslüman olanlarındandır. Akâbe gecesinde katılanlardan biridir. Peygamber (s.a.v.) için katiblik yapardı. Hz. Ebu Hureyre (r.a.)’ın rivayet ettiği bir hadiste Peygamber (s.a.v.): “Abdullah b. Ravaha ne iyi birisidir” buyurmuştur. Bir başka hadisi şerifte ise Peygamber (s.a.v.) “Allâh İbn Ravaha’ya rahmet etsin. Zira o Meleklerin övündüğü meclisleri sever.” buyurdu. Peygamber (s.a.v.) hutbedeyken Hz. Abdullah bin Ravaha (r.a.) geldi. O sırada Peygamber (s.a.v.)’in “Oturun” dediğini işitti. Hz. Abdullah (r.a.) henüz mescidin dışında olmasına rağmen bulunduğu yerde oturuverdi. Hutbesini bitirince ona buyurdu ki: “Allâh, Allâh’a ve Resûlü’ne itaatini artırsın”
Hz.Abdullah bin Ravaha (r.a.) hastalandı ve ona baygınlık geldi. Peygamber (s.a.v.) onu ziyaret ettiğinde şöyle buyurdu: “Allâh’ım! Onun eceli gelmişse bunu ona kolaylaştır. Eğer eceli gelmemişse ona şifa ver.” Bunun üzerine bir hafiflik hissetti. Hz. Enes (r.a.)’in rivayet ettiği bir hadiste: “Peygamber (s.a.v.) Umretu’l-Kaza’da Mekke’ye girerken Hz. Abdullah b. Ravaha (r.a.) onun önünde şu şiiri söylüyordu: “Çekilin kâfirler Nebi (s.a.v.)’in yolundan bugün, Vururuz yoksa boynunuzu inkâr etmiştiniz dün, Öyle bir vuruş ki ayırır gövdeden başı, Hatırlatmaz insana ne dost ne arkadaşı.” Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) ona: “Ey Abdullah! Harem’de Allâh Resûlü (s.a.v.)’in huzurunda mı bu şiiri söylüyorsun?” dedi. Peygamber (s.a.v.)’de: “Bırak onu ey Ömer! Söylesin. Nefsim elinde olana ye- min ederim ki, onun sözleri bu kâfirlere ok yarasından daha fazla tesir eder” buyurmuştur.
(İbn Hacer el-Askalânî, el-İsabe (Seçkin Sahabeler), s.133)
Rükû ve secdede başını imamdan önce kaldıran kişi geri döner. Uygun olan budur. Bu durumda iki secde veya iki rükû yapmış sayılmaz. İmam rükû veya secdeden kalktığında cemaat teşbihleri tamamlamamış olsa da onlar terk eder ve imama tabi olur. Sahih olan görüş budur. İmam birinci oturuşu tamamlayıp ayağa kalktığında cemaat henüz teşehhüdü tamamlamamışsa, önce teşehhüdü tamamlar sonra ayağa kalkar. Teşehhüdü tamamlamadan ayağa kalkmaları namazlarının sıhhatine mani değildir. Aynı şekilde imam selam verip namazdan çıktığında cemaat henüz teşehhüdü tamamlamamışsa önce teşehhüdü tamamlar sonra da selam verip namazdan çıkar. Teşehhüdü tamamlamadan imamla birlikte namazdan çıkacak olurlarsa namazları sahih olur.
İmam, salli-barik ve sonrasındaki duâları okumadan namazdan çıkacak olursa cemaat ona tabi olmalı ve hep birlikte namazdan çıkmalıdırlar. Çünkü bunlar sünnettir. Teşehhüt ise vaciptir. İmam, vitir namazında kunut yapmadan rükûa gidecek olsa bakılır; cemaat, az da olsa kunuttan bir miktar okumuşsa rükûa gider. Hiç okumamışsa bir miktar okuyup imamına rükûda yetişir. Bir kimse abdest alırken cemaatle bir rekatı kaçırırsaabdest azalarını üç kere yıkayarak bir rekâtı veya fazlasını kaçırmaktansa, rekât kaçmasın diye onları bir defa yıkayıp derhal cemaate girmesi daha faziletlidir. Abdest azalarını üçer kere yıkaması iftitah tekbirine yetişmesinden daha faziletlidir. Sarığını sarması durumunda rekât veya rekâtları kaçıracaksa bunu terk edip namaza derhal girmesi daha faziletlidir.
(Sualli Cevaplı İslam Fıkhı, c.3, s.98-102)
Takvâ, “haşyet” (tazim ve saygıdan ileri gelen korkma) manasınadır. Nitekim Allâhü Teâlâ “Ey insanlar, Râbbinizden ittikâ edin (korkun)” (Nisâ s. 1) buyurmuştur. “Hani, kardeşleri Nûh onlara, “İttikâ etmez misiniz” yani “Allâh (c.c.)’ı saymaz, Ondan korkmaz mısınız?” demişti.” (Şuarâ s. 106) buyurmuştur. Aynı sözü Hud, Salih, Lût ve Şu’ayb (a.s.e.) kavimlerine söylemişlerdir. Takvânın gerçeği, her ne kadar zikrettiğimiz şeylerse de, o, Kur’an’da aslî manası bazen imân, bazen tevbe, bazen taat, bazen günâhı terk ve bazen de ihlâslı olmak şeklinde yer almıştır. İmân manasında olmak üzere, Cenâb-ı Allâh, “Allâh onlara takvâ kelimesini yani tevhidi, gerekli kıldı.” (Fetih s. 26), “İşte onlar, Allâh’ın, kalblerini takvâ için imtihân ettiği kimselerdir.” (Hucurât s. 3), “Firavunun kavmine (gel): Onlar ittikâ etmezler mi?” (Şuarâ s. 11) yani “imân etmezler mi?” buyurmuştur. Tövbe anlamında ise, Hâkk Teâlâ, “Şayet beldeler halkı imân edip ittikâ etselerdi…” (A’râf s. 96) yani “tevbe etselerdi” buyurmuştur. Taat anlamında da, Hâkk Teâlâ, “Benden başka ilâh olmadığını duyurasınız.” diye… Öyleyse Beni sayıp itaat ediniz.” (Nahl s. 2) ve yine aynı surede “Allâh (c.c.)’dan başkasından mı ittikâ edersiniz?” (Nahl s. 52), “Ben, sizin Râbbinizim, öyleyse Ben’i sayıp itaat ediniz.” (Mü’minûn s. 52) buyurmuştur.
Günâhı terketmek manasında ise, “Evlere kapılarından girin, Allâh (c.c.)’dan ittikâ edin.” (Bakara s. 189) yani, “Allâh (c.c.)’a karşı günâh işlemeyiniz.” buyrulmuştur. İhlâs manasındaki ittikaya gelince, Cenâb-ı Allâh, “Bu, kalblerin takvâsındandır” (Hacc s. 32) yani kalblerin ihlâsındandır ve aynı manada “Benden ittikâ edin, (yani bana karşı ihlâslı olunuz)” (Bakara s. 41) buyurmuştur.
(Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu’l-Ğayb, c.1, s.444-445)
Gece vird olarak devamlı yapılacak zikir ve amellerden ilki akşam ile yatsı arasında yapılacak ibâdetlerdir. Akşam namazı ile yatsı arasındaki amellerden ilki de altı rekât Evvabîn namazı kılmaktır. Bu namazı kimse ile konuşmadan kılmak müstehâptır. İlk iki rekâtında Kafirûn ve İhlâs sureleri okunur. Bu iki rekâtı, akşam namazını kıldıktan hemen sonra hiç konuşmadan ve başka bir şeyle meşgul olmadan kılmalıdır. Haberde şöyle varid olmuştur: “Akşam namazından sonra, hemen iki rekât daha kılınız. Çünkü bunlar akşam namazı ile birlikte yükseltilir, kâbul edilir.” (Tirmizî)
Evi mescide yakın ise, bu iki rekâtı evinde kılmasında bir beis yoktur. Diğer dört rekâtını uzatarak kılmalıdır. Ahmed b. Hanbel (r.âleyh), bu iki rekâtı evde kılmayı müstehâp görür ve kendisi de onu evinde kılar ve: “Onu, evde kılmak sünnettir, çünkü Nebi (s.a.v) onu evinde kılardı” (Ebû Davud) derdi. Yüce Allâh, akşamla yatsı arasındaki vakte kasem (yemin) ederek şöyle buyurmuştur: “Şafaka yemin ederim ki, halden hale geçersiniz.” (İnşikak s. 16) Şafak, akşamla yatsı arasındaki vakittir. O da evvabîn namazının vaktidir. Evvabîn namazına gaflet namazı da denir. Çünkü insanların çoğu bu namazdan gafildir.” İbn Ebi’d-Dünya (r.a.) nakleder. Resûlullâh (s.a.v.)’e bu ayetten sorulduğunda: “Ayette anlatılan akşam ile yatsı arasındaki namazdır” cevabını verdi. (Şevkani) Sonra şöyle buyurdu: “Akşam ile yatsı arasındaki namaza devam ediniz. Çünkü o, gündüz yapılan boş işlerin zulmetini giderir. Günün sonunu da süsler.” (Deylemi) Yani ameli temizler ve güzelleştirir.
(Ebû Tâlib El-Mekkî, Kûtu’l Kulûb, c.1, s.133-134)
Allâhü Teâlâ buyurdu. “İnsanlardan öyle kimse vardır ki, onun bu dünya hayatına ait sözü senin hoşuna gider ve o, kalbinde olana Allâh’ı şâhid getirir. Halbuki o düşmanların en yamanıdır.” (Bakara s. 204) Hüccetü’l-İslâm İmâm Gazalî (r.âleyh): “Mira’, söyleyenini küçük düşürmek ve kendi meziyyetini isbat etmek için bir söze kusur bulmandır” demiştir. Cidâl, mücadelecinin kendi meşrep ve görüşlerini kâbul ettirmeye uğraşmasından ibarettir. Husumet, bir mal veya istenilen bir hakkı elde etmek için konuşmakta gösterilen inattır. Bunlar, İmâm Gazalî (r.âleyh)’in tarifleridir. İmâm Nevevî (r.âleyh) de şöyle der: “Tartışmak bazen hakka dayanır bazen de bâtıla. Nitekim ayet-i kerimede: “İçlerinden zulmedenler müstesna olmak üzere ehl-i kitap’la mücadelenizi sadece en güzel yolla sürdürün.” İmâm Nevevî (r.âleyh) sözlerine devamla diyor ki: “Eğer cidâl hakka dayanırsa onu kâbul ettirmeye uğraşmak övgüye lâyık bir iştir. Şayet cidâl hakkı ortadan kaldırmak, sindirmek için olursa veya bilgisizce yapılırsa, yerilir. İşte cidâlin mubâh oluşu veya yerilişi hakkında gelen bütün naslar bu ölçüye vurulmalıdır.”
Büyüklerden biri şöyle diyor: “Husumet kadar dini yok eden, mürüvveti zedeleyen ve kalbi oyalayan başka bir şey bilmiyorum.” Ebû Hüreyre (r.a.)’den, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir: “Bir dâvada bilgisizce mücadele eden kişi, mücadeleyi bırakıncaya kadar Allâh’ın gazâbında olur. Ebû Ümâme (r.a.)’den, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu, dediği rivayet olunmuştur: “Bir toplum, Allâh kendilerine hidayet ettikten sonra sapıtmaz. Meğer ki, münakaşa yapalar.”
(İmâm Şemsüddin ez-Zehebî, İslâm Şeriatinde Büyük Günâhlar, s.198)
Bir söz ki, apaçık rububiyyeti (Allâh (c.c.)’un ilahlığını) veyahut vahdaniyyeti (Allâh (c.c.)’un birliğini) inkar ediyor, veyahut Allâh (c.c.)’dan başkasına ibadet etmeyi veya Allâh (c.c.) ile berâber ona ibadet etmeyi ifade ediyorsa bu söz küfürdür. Allâhü Teâlâ’nın ilâh olduğunu, tek Allâh (c.c.) olduğunu itiraf edip, fakat Allâhü Teâlâ’nın diri olmadığına, yahut kadim olmadığına veyahut hadis veyahut herhangi bir şekille musavver olduğuna itikad edenler veya Allâhü Teâlâ’nın çocuğu olduğunu (Hristiyanlar gibi) zevcesi bulunduğunu veya babası olduğunu veya Allâhü Teâlâ’nın bir şeyden doğduğunu veya bir şeyden meydana geldiğini yahut Allâhü Teâlâ ile birlikte ezelde kendisinden başka kadim olan bir şeyin varlığına veya orada Allâhü Teâlâ’dan başka bir yaratıcının bulunduğuna veya Allâh (c.c.)’dan başka idare edenin bulunduğuna itikat edenlerin hepsi kâfirdir, sözleri küfürden ibarettir.
Bu hususta müslümanların ittifakı vardır. Nitekim, felsefecilerden, teologların sözleri, astrologların, materyalistlerin sözleri böyledir. Ve Allâhü Teâlâ’nın yanında oturduğunu, Allâhü Teâlâ’ya çıkıp onunla konuştuğunu, Allâhü Teâlâ’yı gözü ile gördüğünü, Allâhü Teâlâ’nın bazı şahıslara (Hz. Ali gibi) hulûl ettiğini iddia eden kimselerin hükmü de böyledir. Nitekim bazı mutasavvıflar, Batıniyye mezhebinden olanlar, Hristiyanlar ve Karamitaların söylediği gibi. Yine böylece, âlemin kadim olduğunu veya bakî olduğunu söyleyen veyahut bu hususlarda bazı dehrîler ve felsefecilerin sözlerine göre bu hususta şüpheli olanların, dünya durdukça ruhun birinden diğerine intikal edeceğini söyleyenler, şahıslarda asıllarının temizliğine göre nimetleneceğini, asıllarının pisliğine göre de azaplanacağını söyleyenlerin kâfir oldukları kesinlikle söylenir.
(Kadı İyaz, Şifâ-i Şerîf, s.704-705)
Uhud Gazvesi’nde münâfıklar, müslümanların mâneviyâtını bozmak için “Peygamber (s.a.v.) öldürüldü.” diye bir şâyia çıkarmıştı. Bu asılsız haberin doğru olduğunu zanneden bazı müslümanlar “Resûlullâh (s.a.v.)’den sonra yaşamanın ve savaşmanın ne anlamı var!” diye âdetâ kendilerini bırakmışlardı. Bunu farkeden Server-i Enbiyâ (s.a.v.) Efendimiz, Ashâb-ı Kirâmı (r.a.e.)’i kendisini görerek hayatta olduğunu anlamaları, ortaya atılan o asılsız habere inanmamaları, yeni bir şevkle savaşa dönüp etrafında toplanmaları için Uhud Dağı’nın eteğindeki yüksekçe bir yere çıkmak istedi. Fakat üzerinde iki ağır zırh vardı. Bir de Abdullah ibni Kamie adlı kâfirin attığı bir taşla mübarek yanağının üst tarafı yarılmış, mübârek başındaki miğferin iki halkası kırılıp bu yaraya saplanmış, bu yüzden çok kan kaybetmişti. Yine Aşere-i Mübeşşere’den olan Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.), Efendimiz (s.a.v.)’in yanağına saplanan halkaları dişleriyle çıkarmaya çalışırken onun da iki ön dişi kırılmıştı.
O gün Seyyid-i Kâinât (s.a.v.) Efendimiz’in canını yakan bir olay daha yaşanmıştı. Sa’d ibni Ebî Vakkàs (r.a.)’in kardeşi Utbe ibni Ebî Vakkàs’ın attığı bir taşla Efendimiz (s.a.v.)’in sağ alt çenesindeki ön dişleriyle azıları arasındaki mübârek dişi kırılmıştı. İşte bütün bu tâlihsizlikler yüzünden Allâh’ın Elçisi (s.a.v.) kayanın üzerine çıkamamış, ancak Talha bin Ubeydillâh (r.a.)’in sırtına basarak oraya çıkabilmişti.
(İmâm Tirmizî, Şemâil-i Şerîf, c.1, s.392-393)
Hırs, “kalbin dünya malına karşı yönelmesi” şeklinde tanımlanır. Hırs, bütün ruhsal hastalıkların başıdır. Çünkü hırstan dolayı kavgalar ve fitneler ortaya çıkar. Türlü yarış ve piyangoların düzenlenip neticede birçok insanın mağdur olmasının arkasındaki en büyük sebep yine hırstır. Hırs olmasaydı, hiç kimse başkasının malına göz dikmez, haklarını ihlal etmez, hırsızlık yapmaz ve yol kesmezdi. Allâh dostları; kibrin, bütün kötülüklerin başı olduğunu söylerler. Kibir; makam, mevki veya para sevgisinden kaynaklanan bir günâhtır. Hırs ise, kibirden daha genel olup makam, mevki ve para sevgisinde olabileceği gibi diğer şeylerde de olabilir. Bu açıdan bütün kötülüklerin asıl kaynağının hırs olduğu anlaşılmaktadır. Hırstan dolayı çeşitli günâhlar işlenmektedir. Kargaşaların, kavgaların sebebi genelde hırstır. Kişinin mal varlığı ile başkalarına üstünlük kurma arzusu, hırsından doğmaktadır. Hırs ve kibir ilme aykırı olan iki huydur. Bu iki huy herkes için tehlikeli olmakla berâber âlimler için daha da tehlikelidir. Dolayısıyla bunlara karşı âlimlerin daha çok dikkatli olmaları gerekmektedir. Resûlullâh (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurdular: “Âdemoğlu için iki vadi dolusu mal olsaydı, mutlaka bir üçüncüyü isterdi. Ademoğlunun karnını ancak toprak doldurur. Allâh tevbe edenleri affeder.” (Buhârî)
Kişi, kalbinde olan hırsa uygun eylemde bulunup nefsinin isteklerini yerine getirerek hırs duygusundan kurtulamaz. Çünkü nefis doymaz ve hep daha fazlasını ister, böylece hırs kat kat artmaya başlar. Yukarıda zikredilen hadisin ifade ettiği üzere kişinin iki vadi dolusu malı olsa bile üçüncü bir vadiye sahip olmanın peşine düşer. Dolayısıyla hırsa uygun eylemde bulunup bundan kurtulma düşüncesi yanlıştır.
(Misvâk Neşriyat, Eşref Ali et-Tehanevî, Tehzibu’l Ahlâk, s.122)
Son devirde ülkemizde yaşamış en büyük velilerden Hz. Sâmî (k.s.)’un “tabiri câiz ise” kucağında doğmuş, onun terbiyesinde büyümüş, hayatını Hz. Sâmî (k.s.)’a hizmete ve ondan istifadeye adamış ve yine o zâtın vasiyyetleri gereği teçhiz ve tekfin işlerini yapmış, onun yolunu hâlâ insanlara anlatan ve Hz. Sâmî (k.s.)’un manevî evlâdı ve vazifelisi olan Muhterem Ömer Muhammed Öztürk, Hz. Sâmi (k.s.) ile yaşadıkları bir Berât kandili gecesini şöyle anlatmışlardır: “Şaban-ı Şerîf’in başlarında Mahmûd Gezer Ağabeyle (Allâh (c.c.) rahmet eylesin Mekke’de vefât etti, Cennetü’l Muallâ’ya defnedildi.) devlethanenin bahçesinde oturuyorduk. Efendi Hazretleri’nin hâdimesi gelerek beni bir kenara çağırdı ve “Ömer Ağabey babam mahrem bir husus söyledi. Bunu Ömer Öztürk’e anlat. Kendisinde kalsın. Îcâbını yerine getirsin. Fakat kimseye de bir şey söylemesin.” dedi ve Efendi Hazretleri’nin “Ben Berât gecesini Ömer Öztürk ile değerlendirmek istiyorum. Kendisi bir imâm bulsun. Ayrıca iki kişiyi de çağırsın. İsterse birisi kendi babası Mehmet Öztürk olabilir. Bir de başka ihvân, benimle birlikte hepimiz beş kişi olacağız. Akşam namazını burada devlethanede kılacağız. İftarı beraber eder, akşam ve yatsı namazını beraber kılar, geceyi de beraber ihyâ ederiz inşâallah.” buyurduğunu söyledi.
Fakir, babama ve (Sami Efendimiz’in son yıllarında namazlarını kıldıran) Mahmûd Hoca’ya haber verdim. Sonra Ömer Kirazoğlu ağabey, İsmail ve Cevat Öztürk ağabeylerimi çağırttı. İftar, namaz ve yemekten sonra Efendimiz Hazretleri her zaman oturdukları demiryolu cihetine karşı olan koltuğa oturdular. Az sonra ayağa kalkarak kendi karşısındaki koltuğa geçtiler. Kendi koltuklarına, Fakiri çağırıp “Sen gel, buraya otur, burası senin yerindir. Fakir de karşısında oturacağım” diyerek kendi koltuklarına Fakiri oturttular. Muhteşem bir sohbetten sonra yatsı namazı kılındı, tekrar aynı yerlerde oturarak sohbet, duâ ve murâkabe edildi. İzin alınarak evlere hareket edildi.
Hayatının tek gâyesi Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Hazretlerinin sünnetine uymak ve onu ihyâ etmek olan Hz. Sâmî Efendimiz; daha önceki kitâblarda: “Kılıcı boynunda asılı Peygamber” olarak tarîf edilen (s.a.v.) Efendimize bu husûsta da ittibâ edip gazâya iştirâk ederek “Gâzî” olmuşlardı. Bu husûsu kendileri şöyle anlatıyorlardı: “Birinci Cihân harbinde Osmânlı ordusunda levâzım subayı olarak vazîfe gördüm. Alayımız Edirne’de vazîfe görüyordu. Açlık ve kıtlık son derece şiddetli idi. Askerlerimizin uzun süre yiyecek bulamadıkları oluyordu. Bu yüzden askerler ellerinin yetiştiği yere kadar kavak ağaçlarının kabuklarını yolarak onları çiğniyorlar ve böylece açlıklarını bir nebze olsun gidermeğe çalışıyorlardı.”
Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) Efendimizin: “Cihâdı terk eden millet zillete düçâr olur.” sözünü bütün talebelerine ezberleten Hz. Sâmî (k.s.), Cenâb-ı Hâkk’ın: “Niçin yapamadığınızı söylüyorsunuz?” Kavl-i şerîfini de bize kendileri yaşayarak öğretiyorlardı. Yaşayarak, tatbîk ederek bize cihâdı öğretiyorlardı. Harbe iştirâk ederek Gâzî olmuşlar, ve ömürleri boyunca İslâm için kılıç sallama arzusu ile yaşamışlardı. Mübârek ömürleri doksanı bulduğunda dahî sohbetlerinde Uhud harbinde Amr ibn-i Sâbit (r.a.)’in müslümân oluşunu anlatırken; onun lâkabını: “Asram lâkabı ile mülakkab; keskin kılıç saldırıcı” diye tarîf ederken oldukları yerde dizleri üzerine doğrularak ellerini havaya kaldırarak elindeki kılıcı ile derhâl düşman üzerine saldıracakmış gibi olan hâlleri ancak görülmekle anlaşılabilirdi. Yaşıyor; ondan sonra anlatıyorlar; anlatırken de o hâli aynen yaşıyorlardı. Hayatı cihâddı Hz. Sâmî Efendimizin. Ömür boyu cihâd… Ve bu cihâdı elinde silâhı gazâda da yaşamış ve Gâzî olmuştu Hz.
Sâmî (k.s.). Ve nefe’ana’llâhü Te’âlâ bi şefâatihi, Allâh (c.c.) cümlemizi O’nun muhabbetini hakkı ile yaşayıp öylece haşrolanlardan eylesin (Âmîn). Bi hurmeti
seyyidi’l-enbiyâ-i ve’l- mürselîn salla’llâhu Te’âlâ aleyhi vesellem.
(Ömer Muhammed Öztürk, www.ramazanoglumahmudsamiks.com)
Üstâdına olan muhabbet ve bağlılığını dâimâ arttırarak devâm ettiren Hazreti Sâmî Efendimiz bütün gün ve gecelerini hizmet yolunda geçirdiler. Sâmî Efendimiz dergâhın temizliğinden, ihvânın her türlü ihtiyaçlarına varıncaya kadar bütün hizmetlerini seve seve yaparlardı. Hazret-i Es’âd Erbilî Efendimizin: “Mâ’nen bizimle aynı mertebededir, lâkin bu vazîfe bize verildi” diye ta’rîf ettikleri Hüseyin Efendi Hazretleri yatalak olunca: “Bu Zâtın hizmeti için kim tâlib olur?” diye ihvâna sorarlar. Hemen Sâmî Efendimiz o Zâtın hizmetlerine koşarlar. Defi hâcetleri dâhil her hizmetlerini uzun müddet seve seve görürler. Nihâyet bu hizmetleri sonunda Hüseyin Efendi Hazretleri: “Evlâdım, Cenâb-ı Hâkk’a niyâz ediyorum; Allâhü ‘azîmüşşân bize ihsân ettiklerini fazlası ile sana ihsân etsin!” diye duâ buyururlar. Dünyâ hayatını Nebîyi Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in buyurdukları gibi: “Benimle dünyânın misâli ağaç altında bir mikdâr dinlendikten sonra yoluna devâm eden yolcunun hâline benzer” diye ana rahmi ile kabir arasında bir sefer olarak görürdü; Hz. Sâmî Efendimiz. Ve bunu uzun bir ömürde her an tatbîk ettiler. “Bir yabancı âlim, Fakire kendilerinin hâl ve kelâmlarından sordular.
O anda hâtırıma gelen şu hâllerini anlattım:Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz: “Seferden döndüğünüz-de hanımlarınızın yanına haber vermeden girmeyiniz” buyuruyorlar. Hz. Sâmî (k.s.) hayatı bir sefer olarak gördüğü için her yerin den kalkmalarını bir sefer kabûl ediyorlardı. Abdest almak için lavaboya her gidişlerinde yol zevcelerinin odasından geçiyordu. Yarım asırdan fazla süren evlilik hayatlarında bıkmadan, usanmadan, seve seve her defasında zevcelerini haberdâr ederlerdi. O’nun “Efendi buyur!” diye sesini duyunca odaya girer ve diğer tarafa geçerlerdi. Bu hâl altmış küsûr yıl günde en az on defa devâm etti” deyince yabancı ‘âlim ayağa kalkarak: “Bu zât Sâhibü’z-zamân’dır. Onun dışında hiçbir velî sünnet-i seniyyeyi bu kadar derin ve ihâtalı anlayıp tatbîk edemez, ancak o yapabilir” dedi. El-hâmdü li’llâhi râbbi’l-’âlemîn.
(Ömer Muhammed Öztürk, www.ramazanoglumahmudsamiks.com)
Mürşid-i kâmilini bulan ve Zât-ı ‘Âlîlerinin onun ifâdesi ile “Eyyâm-ı şebâbını (gençlik günlerini) şerîat-ı mutahhare ve tarî-kat-ı ‘âliyye hizmetinde” geçiren Hazreti Sâmî Efendimiz ma’nevî mertebeleri hızla aşıyorlardı. Bu yolda kendi ifâdeleri ile ihlâs ve tam teslîmiyet şarttı. Ölünün yıkayıcısına teslîmiyeti gibi mürîd de mürşîdine teslîm olmalıydı ki bi-izni’llâh neticeye ulaşsın. Kendileri anlatıyorlar: “Allâme Taftadânî hazretlerinin talebelerinden biri bir şeyhe intisâb etmiş. Bu talebeden hocasının huzûrunda hikmetli kelâmlar sâdır olmuş. Hocası: “Evlâdım, bunları ben sana öğretmedim; sen bunları nereden öğrendin?” diye soruyor. Talebe: “Efendim ben bir şeyhe intisâb ettim; zikir çekiyorum, doğuş oluyor ve böylece hikmetli konuşuyorum.” diyor. Bunun üzerine ‘Allâme Taftadânî hazretleri: “Oğlum beni de şeyhine götür”; diyor. Kendileri de aynı şeyhe intisâb ediyorlar. Fakat ya teslîmiyet yok veyâ nasîbi yok aynı tecelliyâtlar kendilerinde zuhûr etmiyor, aynı istifâde olmuyor. Sâmî Efendimiz Hazretlerinin bu anlattığı kıssadan çıkan hükme göre nasîbi olan müsta’îd kişiler mürşid-i kâmili bulup ona tam olarak teslîm olurlarsa bi-izni’llâh neticeye ulaşır, ma’nevî mertebelerde hızla ilerleyerek kemâle ererler. Bunların hepsi kendilerinde bi-izni’llâh mevcûd olan Hazreti Sâmî (k.s.) kısa zamânda icâzet alırlar, irşâdla görevlendirilirler.
Kelâmî Dergâhı’ndaki hizmet günlerine âid Adapazarlı Pehlivân Efendi şu hâtırayı anlatır: “Adapazarı’ndan on arkadaşımla berâber Es’ad Efendi Hazretlerinin ziyâretlerine gittik. Sohbet esnâsında tekkeye dâhil olmuştuk. İçerisi kalabalık olduğundan dışarıda oturuyor, Es’ad Efendi Hazretlerinin kendilerini göremiyor, sâdece seslerini işitiyorduk. İlk defa sohbetlerine gelmenin heyecânı içindeydik. Sohbet sırasında ihvân arasında genç bir zât dolaşıp hizmet ediyordu. “Bu genç orada dolaşmasa o zamân dikkatimiz dağılmaz, daha çok istifâde ederdik.” diye içimden geçirdim. Sohbet biter bitmez Es’ad Efendi Hazretleri: “Adapazarlı Pehlivân Efendi ve on arkadaşı buraya gelsin!” dediler. Hâlbuki bizi hiç tanımıyorlar ve geldiğimizi de görmemişlerdi. “Sâmî evlâdımız hakkında sû-i zan ettiniz, helâllık alın.” buyurdular. Affımızı taleb edip böylece bu iki Zâtı ve aralarındaki derûnî muhabbet ve bağı öğrenmiş olduk. El-hamdü li’llâh.
(Ömer Muhammed Öztürk, www.ramazanoglumahmudsamiks.com)
İlk, orta ve lise tahsîlini Adana’da tamâmlayan Hz. Sâmî (k.s.), yüksek tahsîlini İstanbul’da yaparlar. Hukuk Fakültesini birincilikle bitiren Hz. Sâmî (k.s.), bu arada bir müddet Gümüşhâneli Dergâhı’na devâm ederler. Bu sırada Bâyezıd dersiâmlarından Rüşdü Efendi (Eski Beşiktaş müftüsü Merhûm Fuat Çamdibi Hocanın babası): “Sâmî Evlâdım, gel seni Şeyhülmeşâyih Es’âd Erbilî Hazretlerine götüreyim.” der. Bu teklifi kabûl eden Efendi Hazretleri, Rüşdü Efendi ile berâber Kelâmî Dergâhı’na giderler. Bu ilk karşılaşmanın devâmını kendileri şöyle anlatıyorlar: “Üstâdımızın huzûruna varıp ellerini öptük. Rüşdü Efendi Hoca: “Üstâdım bu getirdiğim genç Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddin Efendi’nin evlâdlarından Adanalı Sâmî Efendi”, deyince; birden Üstâdımız Es’âd Efendi Hazretleri: “Hayır! O bizim evlâdımız” buyurdular. Ve orada devâm ettiğim evrâdın ne olduğunu sordular. “Günde beşbin zikrullâh, bir cüz Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, Delâil-i Hayrât” diye cevâb verdim. “Evlâdım hastalık nerede ise tedâviye oradan başlamak lâzım, bu yüzden şimdilik bunları terk edip kalbî zikre başlayacaksın” buyurdular ve Fakîre inâbe verdiler.”
Akarsu deryâya kavuşmuş; su mecrâını bulmuştu. Cenâb-ı Hâkk’ın lûtfu inâyeti ile Hz. Sâmî Efendimiz bir kaç ayda seyr-u sülûkunu ikmâl buyurdular. Daha önce iki yıl devâm edilen dergâhta olmayan tecellî burada bir kaç ayda olmuştu el-hâmdü li’llâh. Kısa sürede icâzet ve mutlak hilâfet alan Efendimiz Hazretleri mürşid-i kâmilin görevine âid şu kıssaları naklediyorlar: “Gençliğimde dergâha devâm ediyordum. Orada vazîfesi müntesiblerin ayakkabılarının tozunu almak olan bir dervîş vardı. Bir gün onun elindeki bezi aldım, pertavsızın (mercek) altına tutarak bir müddet güneşin altında tuttum. Güneşin harâretinin pertavsız vasıtasıyla bezin üzerine teksîf edilmesi ile bez tutuştu ve yanmağa başladı. Dervîş hayretler içinde kaldı. İşte mürşid-i kâmil, iki cihânın Serveri ve Rahmet Güneşi Nebî salla’llâhu ‘aleyhi ve sellem Efendimiz’den aldığı nûru müntesiblerden müsâid kimselerin kalblerine teksîf edip, o nûr-ı Muhammedî (s.a.v.) ile kalbleri diriltip kemâle erdiren kişidir, bi-izni’llâh. Mürşid-i kâmil çobana benzer; çoban dağda koyunları otlatırken bacağı kırılanı orada bırakır mı? Sırtına atıp ağıla kadar getirir. Mürşid-i kâmil de hiç bir evlâdını bırakmaz ve terk etmez bi-izni’llâh.”
(Ömer Muhammed Öztürk, www.ramazanoglumahmudsamiks.com)