TasdîknâmeBekā-yı rûh, melâike ve haşir gibi üç mes’ele-i mühimmeyi, hârika bir sûrette isbat eden Yirmi Dokuzuncu Söz risâlesinin hakkāniyetine bir sikke-i tasdîk sûretinde kerâmet derecesine çıkan hârika tevâfukāt-ı elifiyesi, te’lîften takrîben beş sene sonra hatt-ı hakîkîsine yakın bir müstensihin başta yazıldığı gibi, sür‘atle, bir tek gecede yazmasından, bütün sahîfelerde eliflerin adedi birbiri ile tevâfuk ettiği gibi; on altı def‘a on altı elifler geldiğini kemâl-i hayretle gördük. Yine takrîben beş ay o sırdan sonra, aynı nüshada eliflerden hâriç kalan hurûfâtın karşılıklı sahîfelerde acîb tevâfukātını gördük. Tahmînen on beş gün sonra gördük ki, mecmû‘-u eliflerin adedi beş yüz birde tevâfuk ettiğini hayretle gördük. Tahmînen dört beş gün sonra, eliflerden başka hurûfâtın tevâfuksuz kalan iki yerde, bu kadar tevâfuk ve intizâm içinde bunların hâriçte kalması sebebsiz değil, hatıra geliyordu. Namazın tesbîhâtında hatıra geldi ki, bunların başka bir vazîfe-i tevâfukiyesi var. Dikkat ettik, gördük ki, on altıncı sahîfede (ي) on yedinci sahîfede (ر) gelip, tevâfuk etmediğini; on altıncı sahîfeye kadar satırların mecmû‘-u adedi, risâlenin ünvanı ile beraber iki yüz on olup, bu (ي) ve (ر) aynen tam tamına iki yüz onda tevâfuk ediyor. Demek, kaç satır geçtiğini göstermek için tevâfuk etmemiş. On altıncı sahîfe sayılmadı. Çünkü bu işaret, kendi sahîfesinin mâkablindeki sahîfeler adedini gösterdiğinden hâriç kalmıştır. On dördüncü sahîfe-de karşı karşıya iki on dört gelip, âyette iki (ف) satır başında gelmiş. Karşıki sahîfede bir (م) bir (ب) geliyor. Tevâfuk etmediğinin sırrı, bu hurûfun o sahîfenin nihâyetine kadar eliflerin mecmû‘-u adedi iki yüz iki olup, (م، ب) (ف، ف) harflerinin makam-ı ebcedîsinin adedi, yine iki yüz iki ederek, aynı adede tevâfuk etmesini hayretle gördük. Yalnız yaldızlı tek bir nüshanın müstensihi, sehven, ihtiyârsız bu kerâmet-i tevâfukiyeye on dört yerde kalem karıştırdığından, bu sırrı karıştırmıştır. Bu sırlı sahîfeden evvelkilerde dört elif noksân bırakmış. O dört elifin yerine, gelecek sahîfelerde dört elif ziyâde olmuş. On Dördüncü sahîfedeki harfler eliflerin adedini, on altıncı ve on yedinci sahîfelerdeki hurûfâtHâşiye: Kerâmetli Yirmi Dokuzuncu Söz’ün bir sikke-i tasdîk sûretinde Risâle-i Nûr Şâkirdleri’nin tasdîknâmesi yazıldığı vakit, tevâfuka kat‘iyen isti‘dâdı olmayan, hiç tevâfuku hatırına getirmeyen ve baştansavma derecesinde dikkatsiz yazdığı bir tek sahîfede hârika bir sûrette seksen bir tevâfuk olup, o sahîfenin ikinci satırı olan o tasdîknâmenin ma‘nâsını ifade eden “sikke-i tasdîk” cümlesindeki “sikke-i” kelimesinin aynı adedine tevâfuk edip, Risâle-i Nûr Şâkirdleri’nin sikke-i tasdîklerine cifrî bir sikke-i tasdîk basmış denilebilir.Arkadaşlar, tevâfuku tasdîk ettiler. Tevâfuk da dönüp onları tasdîk etti. Sikke-i tasdîklerine bir sikke-i tasdîk oldu.Sayfa 216ise, geçmiş satırların adedlerine tevâfuk etmesi olan, bu iki sırr-ı mühimmi gösteren bu sahîfeler, birbirine muttasıl, hem o harfler iki yüz ikide ittifâk ettiği gibi, sekiz fark ise, sekizinci satırdan evvelki satırlar olduğuna bir îmâdır. Elifden başka gelen harflerin en âhirki sahîfelerde iki (ت) iki (ب) eliflerin mecmû‘-u adedi ile bin üç yüz beş (m. 1888) edip, müellifin Kur’ân’ı hatmederek, ilme başladığı tarihe tevâfuk etmekle beraber, sonradan ilâve edilen baştaki ta‘rîfnâmenin on iki elifinin tenzîli ile, müellifin târîh-i velâdetine tam tamına tevâfuku kat‘iyen tesâdüfî olamaz, belki bir işâret-i tevfîk olarak bir tevâfuk-u gaybîdir. En âhirki sahîfede, eliften başka sâir kesretçe elifli sahîfelerin aksine olarak satır başında gelen (ذ، ف، س) eliflerin mecmû‘-u adediyle bin üç yüz kırk bir (m. 1926) ederek, otuz üç mertebeli Risâle-i Nûr’un mebde’-i te’lîfi olan bin üç yüz kırk bir tarihini, aynen bu “Yirmi Dokuzuncu Söz” nâmındaki Risâletü’n-Nûr’un yirmi dokuzuncu mertebesi, âhirki sahîfesiyle bu sırrı gösterdiğini kemâl-i hayretle gördük.(Hâşiye-1) (Hâşiye-2) (Hâşiye-3) (Hâşiye-4) (Hâşiye-5)...
Üçüncü Mes’ele: Ölecek âlemin dirilmesi mümkündür. Çünkü İkinci Esas’ta isbat edildiği gibi kudrette noksân yoktur. Muktezî ise gayet kuvvetlidir. Mes’ele ise mümkinâttandır. Mümkün bir mes’elenin gayet kuvvetli bir muktezîsi var ise, fâilin kudretinde noksâniyet yok ise, ona mümkün değil, belki vâki‘ sûretiyle bakılabilir. Remizli Bir Nükte: Şu kâinâta dikkat edilse görünüyor ki, içinde iki unsur var ki, her tarafa uzanmış, kök atmış. Hayır-şer, güzel-çirkin, nef‘-zarar, kemâl-noksân, ziyâ-zulmet, hidâyet-dalâlet, nûr-nâr, îmân-küfür, tâat-isyan, havf-muhabbet gibi âsârlarıyla, meyveleriyle şu kâinâtta ezdâd birbiriyle çarpışıyor. Dâimâ tagayyür ve tebeddülâta mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsûlâtının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette o iki unsurun birbirine zıd olan dalları ve neticeleri ebede gidecek. Temerküz edip birbirinden ayrılacak. O vakit, cennet cehennem sûretinde tezâhür edecektir. Madem âlem-i bekā, şu âlem-i fenâdan yapılacaktır. Elbette anâsır-ı esâsiyesi bekāya ve ebede gidecektir. Evet, cennet-cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir. Ve şu silsile-i kâinâtın iki neticesidir. Ve şu seyl-i şuûnâtın iki mahzenidir. Ve ebede karşı cereyân eden ve dalgalanan mevcûdâtın iki havzıdır. Ve lütuf ve kahrın iki tecellîgâhıdır ki, dest-i kudret bir hareket-i şedîde ile kâinâtı çalkaladığı vakit, o iki havuz münâsib maddelerle dolacaktır. Şu Remizli Nükte’nin sırrı şudur ki, Hakîm-i Ezelî, inâyet-i sermediye ve hikmet-i ezeliyenin iktizâsıyla, şu dünyayı tecrübeye mahal ve imtihâna meydan ve esmâ-yı hüsnâsına ayna ve kalem-i kader ve kudretine sahîfe olmak için yaratmış. Ve tecrübe ve imtihân ise neşv ü nemâyâ sebebdir. O neşv ü nemâ ise, isti‘dâdların inkişâfına sebebdir. O inkişâf ise kābiliyetlerin tezâhürüne sebebdir. O kābiliyetlerin tezâhürü ise, hakāik-i nisbiyenin zuhûruna sebebdir. Hakāik-i nisbiyenin zuhûru ise, Sâni‘-i Zülcelâl’in esmâ-yı hüsnâsının nukūş-u tecelliyâtını göstermesine ve kâinâtı mektûbât-ı Samedâniye sûretine çevirmesine sebebdir. İşte şu sırr-ı imtihân ve sırr-ı teklîf iledir ki, ervâh-ı âliyenin elmas gibi cevherleri ervâh-ı sâfilenin kömür gibi maddelerinden tasaffî eder, ayrılır. İşte bu mezkûr sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, âlî hikmetlerSayfa 212Elifler Adedi(14)için, âlemi bu sûrette irâde ettiğinden, şu âlemin tagayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irâde etti. Tahavvül ve tagayyür için zıdları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlere mezcederek, şerleri hayırlara idhâl ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem‘ ederek, hamur gibi yoğurarak, şu kâinâtı tebeddül ve tagayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düstûruna tâbi‘ kıldı. Vaktâki meclis-i imtihân kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esmâ-yı hüsnâ hükmünü icrâ etti. Kalem-i kader, mektubâtını tamamıyla yazdı. Kudret, nukūş-u san‘atını tekmîl etti. Mevcûdât, vezâifini îfâ etti. Mahlûkāt, hizmetlerini bitirdi. Her şey, ma‘nâsını ifade etti. Dünya, âhiret fidanlarını yetiştirdi. Zemin, Sâni‘-i Kadîr’in bütün mu‘cizât-ı kudretini, umum havârik-ı san‘atını teşhîr edip gösterdi. Şu âlem-i fenâ, sermedî manzaraları teşkîl eden levhaları zaman şeridine taktı. O Sâni‘-i Zülcelâl’in hikmet-i sermediyesi ve inâyet-i ezeliyesi o imtihân neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o esmâ-yı hüsnânın tecellîlerinin hakîkatlerini, o kalem-i kader, mektubâtının hakāikini o numûne-misâl nukūş-u san‘atının asıllarını, o vezâif-i mevcûdâtın fâidelerini, gayelerini, o hıdemât-ı mahlûkātın ücretlerini ve o kelimât-ı kitâb-ı kâinâtın ifade ettikleri ma‘nâların hakîkatlerini ve isti‘dâd çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir mahkeme-i kübrâ açmasını ve dünyadan alınmış misâlî manzaraların göstermesini ve esbâb-ı zâhiriye perdesinin yırtmasını ve her şey doğrudan doğruya Hâlik-ı Zülcelâl’ine teslîm etmesi gibi hakîkatleri iktizâ etti. Ve o mezkûr hakîkatleri iktizâ ettiği için, kâinâtı dağdağa-i tagayyür ve fenâdan, tahavvül ve zevâlden kurtarmak ve ...
Dördüncü Esas: Nasıl kıyâmet ve haşre muktezî var ve haşri getirecek fâil dahi muktedirdir.Sayfa 209Elifler Adedi(16)Öyle de; şu dünyanın kıyâmet ve haşre kābiliyeti vardır. İşte, şu mahal kābildir olan müddeâmızda, dört mes’ele vardır. Birincisi: Şu âlem-i dünyânın imkân-ı mevtidir. İkincisi: O mevtin vukūudur. Üçüncüsü: O harâb olmuş, ölmüş dünyanın âhiret sûretinde ta‘mîr ve dirilmesinin imkânıdır. Dördüncüsü: O mümkün olan ta‘mîr ve ihyânın vukū‘ bulmasıdır. Birinci Mes’ele: Şu kâinâtın mevti mümkündür. Çünkü bir şey kānûn-u tekâmülde dâhil ise, o şeyde alâküllihal neşv ü nemâ vardır. Neşv ü nemâ ve büyümek varsa, ona alâküllihal bir ömr-ü fıtrî vardır. Ömr-ü fıtrîsi var ise, alâküllihal bir ecel-i fıtrîsi vardır. Gayet geniş bir istikrâ ve tetebbu‘la sâbittir ki, öyle şeyler mevtin pençesinden kendini kurtaramaz. Evet, nasıl ki insan küçük bir âlemdir. Yıkılmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandır. O dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek. Sonra dirilecek. Veya yatıp, sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır. Hem nasıl ki, kâinâtın bir nüsha-i musaggarası olan bir şecere-i zîhayat, tahrîb ve inhilâlden başını kurtaramaz. Öyle de, şecere-i hilkatten teşa‘ubetmiş olan silsile-i kâinât, ta‘mîr ve tecdîd için, tahrîbden, dağılmaktan kendini kurtaramaz. Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel irâde-i ezeliyenin izni ile, hâricî bir maraz veya muharrib bir hâdise başına gelmezse ve onun Sâni‘-i Hakîm’i dahi, ecel-i fıtrîden evvel onu bozmazsa, herhalde, hatta fennî bir hesab ile bir gün gelecek ki, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ٭ وَاِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْ ٭ وَاِذَا الْجِبَالُ سُيِّرَتْ ٭ اِذَا السَّمَٓاءُ انْفَطَرَتْ ٭ وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ ٭ وَاِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ ma‘nâları ve sırları, Kadîr-i Ezelî’nin izniyle tezâhür edip, o dünya olan büyük insan, sekerâta başlayıp, acîb bir hırıltı ile ve müdhiş bir savt ile, fezâyı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek, sonra emr-i İlâhî ile dirilecektir. İnce remizli bir mes’ele: Nasıl ki su, kendi zararına olarak incimâd eder. Buz, buzun zararına temeyyu‘eder. Lüb, kışrın zararına kuvvetleşir. Lafız, ma‘nâ zararına kalınlaşır. Ruh, cesed hesabına zaîfleşir. Cesed, ruh hesabına inceleşir. Öyle de, âlem-i kesîfolan dünya, âlem-i latîf olan âhiret hesabına, hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, latîfleşir.Sayfa 210Elifler Adedi(13)Kudret-i fâtıra, gayet hayret verici bir fa‘âliyetle kesîf, câmid, sönmüş, ölmüş eczâlarda nûr-u hayatı serpmesi, bir remz-i kudrettir ki, âlem-i latîf hesabına şu âlem-i kesîfi nûr-u hayat ile eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor. Hakîkatini kuvvetleştiriyor. Evet, hakîkat ne kadar zayıf ise de ölmez, sûret gibi mahvolmaz. Belki teşahhuslarda, sûretlerde seyr ü sefer eder. Hakîkat büyür, inkişâf eder. Gittikçe genişlenir. Kışır ve sûret ise eskileşir, inceleşir, parçalanır. Sâbit ve büyümüş hakîkatin kāmetine yakışmak için, daha güzel olarak tazeleşir. Ziyâde ve noksân noktasında, hakîkatle sûret ma‘kûsen mütenâsibdirler. Yani sûret kalınlaştıkça hakîkat inceleşir. Sûret inceleştikçe hakîkat o nisbette kuvvet bulur. İşte şu kanun, bütün kānûn-u tekâmüle dâhil olan eşyâya şâmildir. Demek, herhalde bir zaman gelecek ki, kâinât hakîkat-i uzmâsının kışır ve sûreti olan âlem-i şehâdet, Fâtır-ı Zülcelâl’in izniyle parçalanacak, sonra daha güzel bir sûrette tazelenecektir. يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ sırrı tahakkuk edecektir. Elhâsıl: Dünyanın mevti mümkün, hem hiç şübhe getirmez ki mümkündür. İkinci Mes’ele: Mevt-i dünyânın vukū‘ bulmasıdır. Şu mes’eleye delil, bütün edyân-ı semâviyenin icmâıdır ve bütün fıtrat-ı selîmenin şehâdetidir. Ve şu kâinâtın bütün tahavvülât ve tebeddülât ve tagayyürâtının işaretidir. Hem asırlar, seneler adedince zîhayat dünyaların ve seyyâr âlemlerin şu dünya misafirhânesinde mevtleriyle, asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehâdetleridir. Şu dünyanın sekerâtını, âyât-ı Kur’âniyenin işaret ettiği sûrette tahayyül etmek istersen, bak. Şu kâinâtın eczâları dakîk, ulvî bir niz...
İkinci Mes’ele ki kudret, melekûtiyet-i eşyâya taalluk eder. Evet, kâinâtın ayna gibi iki yüzü var. Biri mülk ciheti ki, aynanın renkli yüzüne benzer. Diğeri melekûtiyet ciheti ki, aynanın parlak yüzüne benzer. Mülk ciheti ise, zıdların cevelângâhıdır. Güzel- çirkin, hayır-şer, küçük-büyük, ağır-kolay gibi emirlerin mahall-i vürûdudur. İşte şunun içindir ki, Sâni‘-i Zülcelâl, esbâb-ı zâhiriyeyi tasarrufât-ı kudretine perde etmiştir. Ta dest-i kudret, zâhir akla göre hasîs ve nâ-lâyık emirlerle bizzât mübâşereti görünmesin. Çünkü azamet ve izzet öyle ister. Fakat o vesâit ve esbâba hakîkî te’sîr vermemiştir. Çünkü vahdet ve ehadiyet öyle ister. Melekûtiyet ciheti ise, her şeyde parlaktır, temizdir. Teşahhusâtın renkleri, müzahrafâtları ona karışmaz. O cihet vâsıtasız, kendi Hâlik’ına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbâb, teselsül-ü ilelyoktur. Ona illiyet, ma‘lûliyetgiremez. Eğri-büğrüsü yoktur. Mâni‘ler müdâhale edemezler. Zerre şemse kardeş olur. Elhâsıl: O kudret hem basittir, hem nâ-mütenâhîdir, hem zâtîdir. Mahall-i taalluk-u kudret ise hem vâsıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Öyle ise, o kudretin dâiresinde büyük küçüğe karşı tekebbürü yok. Cemâat ferde karşı rüchânı olamaz. Küll cüz’e nisbeten kudrete karşı fazla nazlanamaz. Üçüncü Mes’ele ki kudretin nisbeti kanunîdir. Yani, çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar. Şu mes’ele-i gāmızayı birkaç temsîl ile zihne takrîb edeceğiz. İşte kâinâtta “şeffafiyet, mukābele, muvâzene, intizâm, tecerrüd, itâat” birer emirdir ki, çoğu aza,Sayfa 207Elifler Adedi(14)büyüğü küçüğe müsâvî kılar. Birinci Temsîl: Şeffafiyet sırrını gösterir. Meselâ, şemsin feyz-i tecellîsi olan timsâli ve aksi, denizin yüzünde ve denizin her bir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkeb olsa, şemsin aksi her bir parçada ve bütün zemin yüzünde müzâhametsiz, tecezzîsiz, tenâkussuz bir olur. Eğer farazâ şems, fâil-i muhtâr olsa idi ve feyz-i ziyâsını, timsâl-i aksini irâdesiyle verse idi, bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyizden daha ağır olamazdı. İkinci Temsîl: Mukābele sırrıdır. Meselâ, zîhayat ferdlerden yani insanlardan terekküb eden bir dâire-i azîmenin nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mûm ve dâire-i muhîtteki ferdlerin ellerinde de birer ayna farz edilse, nokta-i merkeziyenin muhît aynalarına verdiği feyiz ve cilve-i aks müzâhametsiz, tecezzîsiz, tenâkussuz nisbeti birdir. Üçüncü Temsîl: Muvâzene sırrıdır. Meselâ, hakîkî ve hassâs ve çok büyük bir mîzân bulunsa, iki gözünde iki güneş veya iki yıldız veya iki dağ veya iki yumurta veya iki zerre herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvet ile o hassâs azîm terâzinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir. Dördüncü Temsîl: İntizâm sırrıdır. Meselâ, en azîm bir gemi en küçük bir oyuncak gibi çevrilebilir.
Üçüncü Esas: Fâil, muktedirdir. Evet, nasıl haşrin muktezîsi, şübhesiz mevcûddur. Haşri yapacak zât da, nihâyet derecede muktedirdir. Onun kudretinde noksân yoktur. En büyük ve en küçük şeyler ona nisbeten birdirler. Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar kolaydır. Evet, bir Kadîr ki, şu âlem bütün güneşleri, yıldızları, avâlimi, zerrâtı, cevâhiri nihâyetsiz lisânlarla onun azametine ve kudretine şehâdetSayfa 205Elifler Adedi(14)eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismânîyi o kudretten istib‘âd etsin? Evet, bilmüşâhede bir Kadîr-i Zül-celâl, şu âlem içinde her asırda birer yeni ve muntazam dünyayı halk eden, hatta her senede birer yeni seyyâr muntazam kâinâtı îcâd eden, hatta her günde birer yeni muntazam âlem yapan, dâimâ şu semâvât ve arz yüzünde ve birbiri arkasında geçici dünyaları, kâinâtları kemâl-i hikmet ile halk eden, değiştiren ve asırlar ve seneler, belki günler adedince muntazam âlemleri zaman ipine asan ve onunla azamet-i kudretini gösteren ve yüz bin çeşit haşrin nakışlarıyla tezyîn ettiği koca bahar çiçeğini, küre-i arzın başına bir tek çiçek gibi takan ve onunla kemâl-i hikmetini (Nüsha) izhâr eden bir zât-ı kadîre, “Nasıl kıyâmeti getirecek, nasıl bu dünyayı âhiretle de değiştirecek?” denilir mi? Şu Kadîr’in kemâl-i kudretini ve hiçbir şey ona ağır gelmediğini ve en büyük şey, en küçük şey gibi onun kudretine ağır gelmediğini ve hadsiz efrad bir tek ferd gibi o kudrete kolay geldiğini, şu âyet-i kerîme i‘lân ediyor. مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ Şu âyetin hakîkatini, Onuncu Söz’ün Hâtimesi’nde icmâlen ve Nokta Risâlesi’nde ve Yirminci Mektub’da îzâhen beyân etmişiz. Şu makam münâsebetiyle üç mes’ele sûretinde bir parça îzâh ederiz. İşte, kudret-i İlâhiye zâtiyedir, öyle ise acz tahallüledemez. Hem melekûtiyet-i eşyâya taalluk eder. Öyle ise mevâni‘ tedâhül edemez. Hem nisbeti kanunîdir. Öyle ise cüz’ külle müsâvî gelir. Ve cüz’î küllî hükmüne geçer. İşte şu üç mes’eleyi isbat edeceğiz. Birinci Mes’ele: Kudret-i ezeliye, Zât-ı Akdes-i İlâhiye’nin lâzıme-i zarûriye-i zâtiyesidir. Yani bizzarûre zâtın lâzımesidir. Hiçbir cihet-i infikâki olamaz. Öyle ise kudretin zıddı olan acz, o kudreti istilzâm eden zâta bilbedâhe ârız olamaz. Çünkü o halde cem‘-i zıddeynlâzım gelir. Madem acz, zâta ârız olamaz. Bilbedâhe o zâtın lâzımı olan kudrete tahallüledemez. Madem acz kudretin içine giremez, bilbedâhe o kudret-i zâtiyede merâtib olamaz. Çünkü her şeyin vücûd merâtibi, o şeyin zıdlarının tedâhülü iledir. Meselâ, harâretteki merâtib, burûdetin tahallülü iledir. Hüsündeki derecât, kubhun tedâhülü iledir. Ve hâkezâ, kıyâs et. Fakat mümkinâtta, hakîkî ve tabîî lüzûm-u zâtî(Başka bir nüshada) Cemâl-i san‘atını.Sayfa 206Elifler Adedi(16)olmadığından, mümkinâtta zıdlar birbirine girebilmiş. Mertebeler tevellüd ederek, ihtilâfât ile tagayyürât-ı âlem neş’et etmiştir. Mademki kudret-i ezeliyede merâtib olamaz. Öyle ise, makdûrâtdahi bizzarûre kudrete nisbeti bir olur. En büyük en küçüğe müsâvî ve zerreler yıldızlara emsâl olur. Bütün haşr-i beşer bir tek nefsin ihyâsı gibi, bir baharın îcâdı bir tek çiçeğin sun‘u gibi o kudrete kolay gelir. Eğer esbâba isnâd edilse, o vakit bir tek çiçek bir bahar kadar ağır olur. Şu Söz’ün İkinci Makam’ının Dördüncü Allâhü Ekber mertebesinin âhir fıkrasının hâşiyesinde, hem Yirmi İkinci Söz’de, hem Yirminci Mektub’da ve zeylinde isbat edilmiş ki, hilkat-i eşyâ Vâhid-i Ehad’e verilse, bütün eşyâ bir şey gibi kolay olur. Eğer esbâba verilse, bir şey bütün eşyâ kadar külfetli ağır olur
Dokuzuncu Medâr: Sâdık, masdûk, musaddak olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ihbârıdır. Evet, o Zât’ın (asm) sözleri, saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır. Ve onun kelâmları, saadet-i ebediyeye karşı birer penceredir. Zaten bütün enbiyânın (as) icmâını ve bütün evliyânın tevâtürünü elinde tutmuş bütün kuvveti ile bütün da‘vâları tevhîd-i İlâhîden sonra şu haşir ve saadet noktasında temerküz ediyor. Acaba şu kuvveti sarsacak bir şey var mıdır? Onuncu Söz’ün On İkinci Hakîkati şu hakîkati pek zâhir bir sûrette göstermiştir. Onuncu Medâr: On üç asırda yedi vecihle i‘câzını muhâfaza eden ve Yirmi Beşinci Söz’de isbat edildiği üzere, kırk aded envâ‘-ı i‘câzıyla mu‘cize olan Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın ihbârât-ı kat‘iyesidir. Evet, o Kur’ân’ın nefs-i ihbârı haşr-i cismânînin keşşâfıdır. Ve şu tılsım-ı muğlak-ı âlemin ve şu remz-i hikmet-i kâinâtın miftâhıdır. Hem o Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın tazammun ettiği ve mükerreren tefekküre emredip nazara vaz‘ eylediği berâhîn-i akliye-i kat‘iye binlerdir. Ezcümle; bir kıyâs-ı temsîliyeyi tazammun eden وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve قُلْ يُحْي۪يهَا الَّذ۪ٓي اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍ ve bir delîl-i adâlete işaret eden وَمَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِ gibi pek çok âyât ile, haşr-i cismânîdeki saadet-i ebediyeyi gösterecek pek çok dürbünleri beşerin dikkatine vaz‘ etmiştir. Kur’ân’ın sâir âyetler ile îzâh ettiği şu وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve قُلْ يُحْي۪يهَا الَّذ۪ٓي اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍ deki kıyâs-ı temsîlînin hulâsasını Nokta Risâlesi’nde şöyle beyân etmişiz ki, vücûd-u insan, tavırdan tavıra geçtikçe, acîb ve muntazam inkılâblar geçiriyor. Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan azmve lahme, azmve lahmden halk-ı cedîde, yani insan sûretine inkılâbı, gayet dakîk düstûrlara tâbi‘dir. O tavırların her birisinin öyle kavânîn-i mahsûsave öyle nizâmât-ı muayyeneve öyle harekât-ı muttarideleri vardır ki, cam gibi, altında bir kasıd, bir irâde, bir ihtiyâr, bir hikmetin cilvelerini gösterir. İşte şu tarzda
insanlar, gayet refah ve rahatla; ve mazlum ve mütedeyyin adamlar, gayet zahmet ve zillet ile ömür geçiriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini müsâvî kılar. Eğer şu müsâvât nihâyetsiz ise, bir nihâyeti yoksa, zulüm görünür. Halbuki, zulümden tenezzühü, kâinâtın şehâdetiyle sâbit olan adâlet ve hikmet-i İlâhiye, bu zulmü hiçbir cihetle kabul etmediğinden, bilbedâhe bir mecma‘-ı âharı iktizâ ederler ki, birinci cezâsını, ikinci mükâfâtını görsün. Tâ şu intizâmsız, perişan beşer, isti‘dâdına münâsib tecziye ve mükâfât görüp, adâlet-i mahzaya medâr ve hikmet-i Rabbâniyeye mazhar ve hikmetli mevcûdât-ı âlemin bir büyük kardeşi olabilsin. Evet, şu dâr-ı dünyâ, beşerin ruhunda mündemic olan hadsiz isti‘dâdların sünbüllenmesine müsâid değildir. Demek başka âleme gönderilecektir. Evet, insanın cevheri büyüktür. Öyle ise ebede nâmzeddir. Mâhiyeti âliyedir. Öyle ise cinâyeti dahi azîmdir. Sâir mevcûdâta benzemez. İntizâmı da mühimdir. İntizâmsız olamaz. Mühmelkalamaz. Abes edilmez. Fenâ-yı mutlakile mahkûm olamaz. Adem-i sırfa kaçamaz. Ona cehennem ağzını açmış, bekliyor. Cennet ise, âgūş-u nâzdârânesini açmış, gözlüyor. Onuncu Söz’ün Üçüncü Hakîkati bu ikinci misâlimizi gayet güzel gösterdiğinden, burada kısa kesiyoruz. İşte misâl için, şu iki âyet-i kerîme gibi pek çok berâhîn-i latîfe-i akliyeyi tazammun eden sâir âyetleri dahi kıyâs ile tetebbu‘ et. İşte, menâbi‘-i aşereve on medâr bir hads-i kat‘îyi, bir burhân-ı kātıı intâc ediyorlar. Ve o pek esaslı hads ve o pek kuvvetli burhân haşir ve kıyâmete dâî ve muktezînin vücûduna kat‘iyen delâlet ettikleri gibi; Sâni‘-i Zülcelâl’in dahi Onuncu Söz’de kat‘iyen isbat edildiği üzere; Hakîm, Rahîm, Hafîz, Âdil gibi ekser esmâ-yı hüsnâsı, haşir ve kıyâmetin gelmesini ve saadet-i ebediyenin vücûdunu iktizâ ederler. Ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna kat‘î delâlet ederler. Demek haşir ve kıyâmete muktezî o derece kuvvetlidir ki, hiçbir şekk ve şübheye medâr olamaz.
Beşinci Medâr: Beşerin cevher-i rûhunda derc edilmiş gayr-i mahdûdisti‘dâdât; ve o isti‘dâdâtda mündemic olan gayr-i mahsûr kābiliyetler; ve o kābiliyetlerden neş’et eden hadsiz meyiller; ve o hadsiz meyillerden hâsıl olan nihâyetsiz emeller; ve o nihâyetsiz emellerden tevellüd eden gayr-i mütenâhî efkâr ve tasavvurât-ı insaniye, şu âlem-i şehâdetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu ehl-i tahkîk görüyor. İşte hiç yalan söylemeyen fıtrat ve fıtrattaki şu kat‘î ve şedîd ve sarsılmaz meyl-i saadet-i ebediye, saadet-iSayfa 200Elifler Adedi(12)ebediyenin tahakkukuna dâir vicdana bir hads-i kat‘î veriyor. Onuncu Söz’ün On Birinci Hakîkati, bu hakîkati gündüz gibi gösterdiğinden kısa kesiyoruz. Altıncı Medâr: Rahmânü’r-Rahîm olan şu mevcûdâtın Sâni‘-i Zülcemâl’inin rahmeti, saadet-i ebediyeyi gösteriyor. Evet, ni‘meti ni‘met eden, ni‘meti nikmetlikten halâs eden ve mevcûdâtı firâk-ı ebedîden hâsıl olan vâveylâlardan kurtaran saadet-i ebediyeyi, o rahmetin şe’nindendir ki, beşerden esirgemesin. Çünkü bütün ni‘metlerin re’si, reisi, gayesi, neticesi olan saadet-i ebediye verilmezse, dünya öldükten sonra âhiret sûretinde dirilmezse, bütün ni‘metler nikmetlere tahavvül ederler. O tahavvül ise, bilbedâhe ve bizzarûre ve umum kâinâtın şehâdetiyle muhakkak ve meşhûd olan rahmet-i İlâhiyenin vücûdunu inkâr etmek lâzım gelir. Halbuki, rahmet güneşten daha parlak bir hakîkat-i sâbitedir. Bak rahmetin cilvelerinden ve latîf âsârından olan aşk ve şefkat ve akıl ni‘metlerine dikkat et! Eğer firâk-ı ebedî ve hicrân-ı lâyezâlîye, hayat-ı insaniye incirâredeceğini farz etsen, görürsün ki, o latîf muhabbet en büyük bir musibet olur. O lezîz şefkat en büyük bir illet olur. O nûrânî akıl en büyük bir belâ olur. Demek rahmet, çünkü rahmettir. Hicrân-ı ebedîyi, muhabbet-i hakîkiyeye karşı çıkaramaz. Onuncu Söz’ün İkinci Hakîkati, bu hakîkati gayet güzel bir sûrette gösterdiğinden, burada ihtisâr edildi. Yedinci Medâr: Şu kâinâtta görünen ve bilinen bütün letâif, bütün mehâsin, bütün kemâlât, bütün incizâbât, bütün iştiyâkât, bütün terahhumât birer ma‘nâdır, birer mazmûndur, birer kelime-i ma‘neviyedir ki, şu kâinâtın Sâni‘-i Zülcelâl’inin lütuf ve merhametinin tecelliyâtını, ihsân ve kereminin cilvelerini bizzarûre, bilbedâhe kalbe gösterir. Aklın gözüne sokuyor. Madem şu âlemde bir hakîkat vardır. Bilbedâhe hakîkî rahmet vardır. Madem hakîkî rahmet vardır. Saadet-i ebediye olacaktır. Onuncu Söz’ün Dördüncü Hakîkati, İkinci Hakîkati’yle beraber, şu hakîkati gündüz gibi aydınlatmıştır. Sekizinci Medâr: İnsanın fıtrat-ı zîşuûru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse, “Ebed, ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinât o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan,Sayfa 201Elifler Adedi(12)o ebed için mahlûktur. Demek, bu vicdânî olan incizâb ve cezbe, bir gaye-i hakîkiyenin ve bir hakîkat-i câzibedârın yalnız cezbi ile olabilir. Onuncu Söz’ün On Birinci Hakîkati’nin hâtimesi bu hakîkati göstermiştir.
İkinci Esas: Saadet-i ebediyeye muktezî vardır. Ve o saadeti verecek Fâil-i Zülcelâl de muktedirdir. Hem harâb-ı âlem, mevt-i dünyâ mümkündür. Hem vâki‘ olacaktır. Yeniden ihyâ-yı âlem ve haşir mümkündür. Hem vâki‘ olacaktır. İşte bu altı mes’eleyi birer birer, aklı iknâ‘ edecek muhtasar bir tarzda beyân edeceğiz. Zaten Onuncu Söz’de, kalbi îmân-ı kâmil derecesine çıkaracak derecede burhânlar zikredilmiştir. Şurada ise, yalnız aklı iknâ‘ edecek, susturacak, Eski Said’in Nokta Risâlesi’ndeki beyânâtı tarzında bahsedeceğiz. Evet, saadet-i ebediyeye muktezî mevcûddur. O muktezînin vücûduna delâlet eden burhân-ı kat‘î “On Menba‘ ve Medâr” dan süzülen bir hadstir. Birinci Medâr: Dikkat edilse, şu kâinâtın umumunda bir nizâm-ı ekmel, bir intizâm-ı kasdîvardır. Her cihette reşehât-ı ihtiyârve lemeât-ı kasdgörünür. Hatta her şeyde bir nûr-u kasd, her şe’nde bir ziyâ-yı irâde, her harekette bir lem‘a-i ihtiyâr, her terkîbde bir şu‘le-i hikmet semerâtının şehâdâtıyla nazar-ı dikkate çarpıyor. İşte, eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizâm bir sûret-i zaîfe-i vâhiyeden ibâret kalır. Yalancı, esassız bir nizâm olur. Nizâm ve intizâmın ruhu olan ma‘neviyât ve revâbıtve niseb hebâ olup gider. Demek nizâmı nizâm eden, saadet-i ebediyedir. Öyle ise, nizâm-ı âlem saadet-i ebediyeye işaret ediyor. İkinci Medâr: Hilkat-i kâinâtta bir hikmet-i tâmme görünüyor. Evet, inâyet-i ezeliyenin timsâli olan hikmet-i İlâhiye, kâinâtın umumunda gösterdiği maslahatların riâyeti ve hikmetlerin iltizâmı lisânı ile, saadet-i ebediyeyi i‘lân eder. Çünkü saadet-i ebediye olmazsa, şu kâinâtta bilbedâhe sâbit olan hikmetleri, fâideleri mükâbere ile inkâr etmek lâzım gelir. Onuncu Söz’ün Onuncu Hakîkati, bu hakîkati güneş gibi gösterdiğinden, ona iktifâen burada ihtisâr ederiz.Sayfa 198Eliflerin Adedi(16)Üçüncü Medâr: Akıl ve hikmet ve istikrâ ve tecrübenin şehâdetleriyle sâbit olan hilkat-i mevcûdâttaki adem-i abesiyetve adem-i isrâf, saadet-i ebediyeye işaret eder. Fıtratta israf ve hilkatte abesiyet olmadığına delil, Sâni‘-i Zülcelâl’in her şeyin hilkatinde en kısa yolu ve en yakın ciheti ve en hafif sûreti ve en güzel keyfiyeti ihtiyâr ve intihâb etmesidir. Ve bazen bir şeyi, yüz vazîfe ile tavzîf etmesidir. Ve bir ince şeye, bin meyve ve gayeleri takmasıdır. Madem israf yok ve abesiyet olmaz. Elbette saadet-i ebediye olacaktır. Çünkü dönmemek üzere adem, her şeyi abes eder. Her şey israf olur. Umum fıtratta, ezcümle; insanda, fenn-i menâfiu’l-a‘zânın şehâdetiyle sâbit olan adem-i isrâf gösteriyor ki, insanda olan hadsiz isti‘dâdât-ı ma‘neviyeve nihâyetsiz âmâl ve efkâr ve müyûlâtdahi israf edilmeyecektir. Öyle ise, insandaki o esaslı meyl-i tekemmül, bir kemâlin vücûdunu gösterir. Ve o meyl-i saadet, saadet-i ebediyeye nâmzed olduğunu kat‘î olarak i‘lân eder. Öyle olmazsa, insanın mâhiyet-i hakîkiyesini teşkîl eden o esaslı ma‘neviyât, o ulvî âmâl, hikmetli mevcûdâtın hilâfına olarak israf ve abes olur, kurur. Hebâen gider. Şu hakîkat, Onuncu Söz’ün On Birinci Hakîkati’nde isbat edildiğinden kısa kesiyoruz. Dördüncü Medâr: Pek çok nev‘lerde, hatta gece ve gündüzde, kış ve baharda ve cevv-i havada, hatta insanın şahıslarında, müddet-i hayatında değiştirdiği bedenler ve mevte benzeyen uyku ile haşir ve neşre benzer birer nevi‘ kıyâmet, bir kıyâmet-i kübrânın tahakkukunu ihsâs ediyor, remzen haber veriyorlar. Evet, meselâ haftalık bizim saatimizin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan çarklarına benzeyen, Allah’ın dünya denilen büyük saatindeki yevm, sene, ömr-ü beşer, deverân-ı dünyâ, birbirine mukaddime olarak birbirinden haber veriyor, döner işlerler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi, mevtten sonra subh-u kıyâmet dahi o destgâhdan, o saat-i uzmâdan çıkacağını remzen haber veriyorlar. Bir şahsın müddet-i ömründe başına gelmiş birçok kıyâmet çeşitleri vardır. Her gece bir nevi‘ ...
İkinci Menba‘: Âfâkîdir. Yani mükerrer müşâhedât ve müteaddid vâkıât ve kerrât ile münâsebâttan neş’et eden bir nevi‘ hükm-ü tecerrübîdir. Evet, tek bir ruhun ba‘delmemât bekāsı anlaşılsa, şu ruh nev‘inin külliyetle bekāsını istilzâm eder. Zîrâ fenn-i mantıkça kat‘îdir ki, zâtî bir hâssa bir tek ferdde görünse, bütün efradda dahi, o hâssanın vücûduna hükümedilir. Çünkü zâtîdir. Zâtî olsa her ferdde bulunur. Halbuki değil bir ferd, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba hasra gelmez müşâhedâta istinâd eden âsâr ve bekā-yı ervâha delâlet eden emârât, o derece kat‘îdir ki, bize nasıl Yeni Dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur. O insanların vücûdlarına hiçbir vehim hatıra gelmez. Öyle de, şübhe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervâhda, ölmüş, vefat etmiş insanların ervâhı, pek çok kesretle vardır ve bizimle münâsebetdârdırlar. Ma‘nevî hedâyâmız onlara gidiyor. Onların nûrânî feyizleri de bizlere geliyor. Hem hads-i kat‘î ile vicdanen hissedilebilir ki, insan öldükten sonra, esaslı bir ciheti bâkîdir. O esas ise ruhtur. Ruh ise tahrîb ve inhilâle ma‘rûz değil. Çünkü basittir, vahdeti var. Tahrîb ve inhilâl ve bozulmak ise, kesret ve terkîb edilmiş şeylerin şe’nidir. Sâbıkan beyân ettiğimiz gibi, hayat kesrette bir tarz-ı vahdeti te’mîn eder. Bir nevi‘ bekāya sebebiyet verir. Demek, vahdet ve bekā, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirâyet eder. Ruhun fenâsı ya tahrîb ve inhilâl iledir. O tahrîb ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin, besâtat bırakmaz ki bozsun. Veyahud i‘dâm iledir. İ‘dâmSayfa 196Eliflerin Adedi(16)ise, Cevvâd-ı Mutlak’ın hadsiz merhameti müsâade etmez ve nihâyetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği ni‘met-i vücûdu, o ni‘met-i vücûda pek müştâk ve lâyık olan rûh-u insanîden geri alsın. Üçüncü Menba‘: Ruh zîhayat, zîşuûr, nûrânî vücûd-u hâricî giydirilmiş, câmi‘, hakîkatdâr, külliyet kesb etmeye müsteid bir kānûn-u emrîdir. Halbuki en zayıf olan kavânîn-i emriye, sebat ve bekāya mazhardırlar. Çünkü dikkat edilse, ma‘rûz-u tagayyür olan bütün nev‘lerde birer hakîkat-i sâbite vardır ki, bütün tagayyürât ve inkılâbât ve etvâr-ı hayatiçinde yuvarlanarak sûretler değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak bâkî kalıyor. İşte her bir şahs-ı insanî, mâhiyetinin câmiiyetiyle ve küllî şuûruyla ve umûmî tasavvurâtıyla bir şahıs iken, bir nevi‘ hükmüne geçmiştir. Bir nev‘e gelen ve cârî olan kanun, o şahs-ı insanîde dahi cârîdir. Madem Fâtır-ı Zülcelâl insanı câmi‘bir ayna ve küllî bir ubûdiyetle ve ulvî bir mâhiyetle yaratmıştır. Her ferddeki hakîkat-i rûhiye yüz binler sûret değiştirse, izn-i Rabbânî ile ölmeyecek, yaşayarak geldiği gibi gidecek. Öyle ise, o şahs-ı insanînin hakîkat-i zîşuûru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allah’ın emriyle, izniyle ve ibkāsıyla dâimâ bâkîdir. Dördüncü Menba‘: Ruha bir derece müşâbih ve ikisi de âlem-i emirden ve irâdeden geldiklerinden, masdar i‘tibâriyle ruha bir derece muvâfık, fakat yalnız vücûd-u hissîolmayan nev‘lerde hükümrân olan kavânîne dikkat edilse ve o nâmuslara bakılsa, görünür ki, eğer o kānûn-u emrî vücûd-u hâricî giyse idi, o nev‘lerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun dâimâ bâkîdir. Dâimâ müstemir, sâbittir. Hiçbir tagayyürât ve inkılâbât, o kanunların vahdetine te’sîr etmez, bozmaz. Meselâ, bir incir ağacı ölse, dağılsa, onun ruhu hükmünde olan kānûn-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek bâkî kalır. İşte madem en âdî ve zayıf emrî kanunlar dahi, böyle bekā ile, devam ile alâkadârdır. Elbette rûh-u insanî, değil yalnız bekā ile, belki ebedü’l-âbâd ile alâkadâr olmak lâzım gelir. Çünkü ruh dahi Kur’ân’ın nassı ile, قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّ۪ي fermân-ı celîli ile, âlem-i emirden gelmiş bir kānûn-u zîşuûr ve bir nâmûs-u zîhayattır ki, kudret-i ezeliye ona vücûd-u hâricî giydirmiş. Demek, nasıl ki sıfat-ıSayfa 197Eliflerin Adedi(16)irâdeden ve âlem-i emirden gelen şuûrsuz kavânîn, dâimâ veya ağleben bâkî kalıyor.
Mukaddime: Onuncu Söz’ün Dördüncü Hakîkati’nde isbat edildiği gibi; ebedî, sermedî, misilsiz bir cemâl, elbette aynadâr müştâkının ebediyetini ve bekāsını ister. Hem kusursuz ebedî bir kemâl-i san‘at, mütefekkir dellâlının devamını taleb eder. Hem nihâyetsiz bir rahmet ve ihsân, muhtaç müteşekkirlerinin devâm-ı tena‘umlarını iktizâ eder. İşte o aynadâr müştâk, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir en başta rûh-u insanîdir. Öyle ise, ebedü’l-âbâd yolunda, o cemâl, o kemâl, o rahmete refâkat edecek, bâkî kalacaktır. Yine Onuncu Söz’ün Altıncı Hakîkati’nde isbat edildiği gibi, değil rûh-u beşer, hatta en basit tabakāt-ı mevcûdât dahi fenâ için yaratılmamışlar. Bir nevi‘ bekāya mazhardırlar. Hatta ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek dahi vücûd-u zâhirîden gitse, bin vecihle bir nevi‘ bekāya mazhardır. Çünkü sûreti hadsiz hâfızalarda bâkî kalır. Kānûn-u teşekkülâtı yüzer tohumcuklarında bekā bulup devam eder. Madem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kānûn-u teşekkülü, timsâl-i sûreti, bir Hafîz-i Hakîmtarafından ibkā ediliyor. Dağdağalı inkılâblar içinde kemâl-i intizâm ile zerrecikler gibi tohumlarında muhâfaza ediliyor, bâkî kalır. Elbette gayet cem‘iyetli ve gayet yüksek bir mâhiyete mâlik ve hâricî vücûdgiydirilmiş ve zîşuûr ve zîhayat ve nûrânî kānûn-u emri olan rûh-u beşer, ne derece kat‘iyetle bekāya mazhar ve ebediyetle merbût ve sermediyetle alâkadâr olduğunu anlamazsan, nasıl “Zîşuûr bir insanım!” diyebilirsin? Evet, koca bir ağacın bir derece ruha benzeyen programını ve kānûn-u teşekkülâtını, bir nokta gibi en küçük çekirdekte derc edip muhâfaza eden bir Zât-ı Hakîm-i Zülcelâl, bir Zât-ı Hafîz-i Bîzevâlhakkında “Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhâfaza eder?” denilir mi? Birinci Menba‘: Enfüsîdir. Yani herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir rûh-u bâkîyi anlar. Evet, her bir ruh kaç sene yaşamış ise, o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedâhe aynen bâkî kalmıştır. Öyle ise, madem cesed gelip geçicidir. Mevt ile, bütün bütün çıplak olmak dahi, ruhun bekāsına te’sîr(ي ر) Harfleri; bu sahîfeye kadar iki yüz on satırın adedini göstermek için tevâfuka girmemişler.Sayfa 195Elifler Adedi(15)etmez ve mâhiyetini de bozmaz. Yalnız müddet-i hayatta tedrîcî cesed libâsını değiştiriyor. Mevtte ise, birden soyunur. Gayet kat‘î bir hads ile, belki müşâhede ile sâbittir ki, cesed ruh ile kāimdir. Öyle ise, ruh onun ile kāim değildir. Belki ruh, binefsihîkāim ve hâkim olduğundan, cesed istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklâliyetine halel vermez, belki cesed, ruhun hânesi ve yuvasıdır, libâsı değil. Belki ruhun libâsı, bir derece sâbit ve letâfetçe ruha münâsib bir gılâf-ı latîfî ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz. Yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer
İkinci Maksad: Kıyâmet ve mevt-i dünyâ ve hayat-ı âhiret hakkındadır. Şu maksadın “dört esası” ve bir “mukaddime-i temsîliyesi” vardır. Mukaddime: Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri da‘vâ etse, “Şu saray veya şehir, tahrîb edilip yeniden muhkem bir sûrette bina ve ta‘mîr edilecektir.” Elbette onun da‘vâsına karşı altı suâl terettüb eder. Birincisi: Ne için tahrîb edilecek? Sebeb ve muktezî var mıdır? Eğer, “Evet, var!” diye isbat etti. İkincisi: Şöyle bir suâl gelir ki, “Bunu tahrîb edip ta‘mîr edecek usta muktedir midir, yapabilir mi?” Eğer, “Evet, yapabilir!” diye isbat etti. Üçüncüsü: Şöyle bir suâl gelir ki, “Tahrîbi mümkün müdür? Hem sonra tahrîb edilecek midir?” Eğer, “Evet” diye imkân-ı tahrîbi, hem vukūunu isbat etse, iki suâl daha vârid olur ki, “Acaba şu saray veya şehrin ta‘mîri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba ta‘mîr edilecek midir?” Eğer, “Evet” diye bunları da isbat etse, o vakit bu mes’elenin hiçbir cihette, hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şekk ve şübhe ve vesvese girebilsin. İşte şu temsîl gibi, dünya sarayının, şu kâinât şehrinin tahrîb ve ta‘mîri için muktezî var, fâil ve ustası muktedir, tahrîbi mümkün ve vâki‘ olacak, ta‘mîri mümkün ve vâki‘ olacaktır. İşte şu mes’eleler birinci esastan sonra isbat edilecektir. Birinci Esas: Ruh kat‘iyen bâkîdir. Birinci maksaddaki melâike ve rûhânîlerin vücûdlarına delâlet eden hemen bütün deliller, şu mes’elemiz olan bekā-yı rûha dahi delildirler. Bence mes’ele o kadar kat‘îdir ki, fazla beyân abes olur. Evet, âlem-i berzahta, âlem-i ervâhta bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervâh-ı bâkiye kafileleriyle bizim mâbeynimizdeki mesâfe o kadar ince ve kısadır ki, burhân ile göstermeye lüzûm kalmaz. Had ve hesaba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhûdun onlarla temas etmeleri, hatta ehl-i keşfü’l-kubûrun onları görmeleri, hatta bir kısım avâmın da onlarla muhâbereleri ve umumun da rüyâ-yı sâdıkada onlarla münâsebet peydâ etmeleri, muzâaf tevâtürler sûretinde, âdetâ beşerin ulûm-u müteârifesi hükmüne geçmiştir. Fakat şu zamanda maddiyyûn fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedîhî bir şeyde zihinlere vesvese vermiş. İşte şöyle vesveseleri izâle için hads-i kalbînin ve iz‘ân-ı aklînin pek çok menba‘larından bir mukaddime ile dört menbaına işaret edeceğiz
Üçüncü Esas: Mes’ele-i melâike ve rûhâniyât, o mesâildendir ki, tek bir cüz’ün vücûduyla bir küllün tahakkuku bilinir. Bir tek şahsın rü’yetiyle umum nev‘in vücûdu ma‘lûm olur. Çünkü kim inkâr ederse, külliyen inkâr eder. Bir tekini kabul eden, o nev‘in umumunu kabul etmeye mecbûrdur. Madem öyledir. İşte bak, görmüyor musun veişitmiyor musun ki, bütün ehl-i edyân, bütün asırlarda, zaman-ı Âdemden şimdiye kadar melâikenin vücûduna ve rûhânîlerin tahakkukuna ittifâk etmişler. Ve insanın tâifeleri, birbirinden bahsi ve muhâveresi ve rivâyeti gibi melâikelerle muhâvere edilmesine ve onların müşâhedesine ve onlardan rivâyet etmesine icmâ‘ etmişler. Acaba hiçbir ferd, melâikelerden bilbedâhe görünmezse, hem bilmüşâhede bir şahsın veya müteaddidSayfa 189Elif Adedi(16)eşhâsın vücûdu kat‘î bilinmezse, hem onların bilbedâhe, bilmüşâhede vücûdları hissedilmezse, hiç mümkün müdür ki, böyle bir icmâ‘ ve ittifâk devam etsin? Ve böyle müsbet ve vücûdî bir emirde ve şuhûda istinâd eden bir halde, müstemirrenve tevâtüren o ittifâk devam etsin? Hem hiç mümkün müdür ki, şu i‘tikād-ı umûmînin menşei, mebâdî-i zarûriyeve bedîhî emirler olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, hakîkatsiz bir vehim, bütün inkılâbât-ı beşeriyede, bütün akāid-i insaniyede istimrâr etsin, bekā bulsun? Hem hiç mümkün müdür ki, şu ehl-i edyânın bu icmâ‘-ı azîmin senedi, bir hads-i kat‘î olmasın? Bir yakîn-i şuhûdîolmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, o hads-i kat‘î, o yakîn-i şuhûdîhadsiz emârelerden ve o emâreler hadsiz müşâhedât vâkıalarından ve o müşâhedât vâkıaları şeksiz ve şübhesiz, mebâdî-i zarûriyeye istinâd etmesin? Öyle ise, şu ehl-i edyândaki i‘tikādât-ı umûmiyenin sebebi ve senedi, tevâtür-ü ma‘nevîkuvvetini ifade eden pek çok kerrât ile melâike müşâhedelerinden ve rûhânîlerin rü’yetlerinden hâsıl olan mebâdî-i zarûriyedir, esâsât-ı kat‘iyedir. Hem hiç mümkün müdür, hiç ma‘kūl müdür, hiç kābil midir ki, hayat-ı ictimâiye-i beşeriye semâsının güneşleri, yıldızları, ayları hükmünde olan enbiyâ ve evliyâ, tevâtür sûretiyle ve icmâ‘-ı ma‘nevî kuvveti ile ihbâr ettikleri ve şehâdet ettikleri melâike ve rûhâniyâtın vücûdları ve müşâhedeleri bir şübhe kabul etsin, bir şekke medâr olsun? Bâhusus onlar şu mes’elede ehl-i ihtisâstırlar. Ma‘lûmdur ki, iki ehl-i ihtisâs binler başkasına müreccahtırlar. Hem şu mes’elede ehl-i isbâttırlar. Ma‘lûmdur ki, iki ehl-i isbât binler ehl-i nefiyve inkâra müreccahtırlar. Ve bilhassa kâinât semâsında dâim parlayan ve hiçbir vakit gurûb etmeyen, âlem-i hakîkatin şemsü’ş-şümûsu olan Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın ihbârâtı ve risâlet güneşi olan Zât-ı Ahmediye’nin (asm) şehâdâtı ve müşâhedâtı, hiç kābil midir ki, bir şübhe kabul etsin? Madem tek bir rûhâniyâtın vücûdu bir zamanda tahakkuk etse, şu nev‘in umumen tahakkukunu gösteriyor. Ve madem şu nev‘in vücûdu tahakkuk ediyor. Elbette onların sûret-i tahakkukunun en ahseni, en ma‘kūlü, en makbûlü şerîatın şerh ettiği gibidir. Kur’ân’ın gösterdiği gibidir.Sayfa 190Eliflerin Adedi(12)Sâhib-i Mi‘râc’ın gördüğü gibidir.Dördüncü Esas: Şu kâinâtın mevcûdâtına nazar-ı dikkat ile bakılsa görünür ki, cüz’iyât gibi külliyâtın dahi birer şahs-ı ma‘nevîsi vardır ki, birer vazîfe-i külliyesi görünüyor. Onda bir hizmet-i külliye görünüyor. Meselâ, bir çiçek kendince bir nakş-ı san‘atı gösterip, lisân-ı hâliyle esmâ-yı Fâtır’ı zikrettiği gibi, küre-i arz bahçesi dahi bir çiçek hükmündedir. Gayet muntazam, küllî vazîfe-i tesbîhiyesi vardır. Nasıl ki bir meyve, bir intizâm içinde bir i‘lânâtı, tesbîhâtı ifade ediyor. Öyle de, koca bir ağacın hey’et-i umûmiyesiyle gayet muntazam bir vazîfe-i fıtriyesi ve ubûdiyeti vardır. Nasıl bir ağaç, yaprak, meyve ve çiçeklerinin kelimâtı ile bir tesbîhâtı var. Öyle de, koca semâvât denizi dahi, kelimâtı hükmünde olan güneşler, yıldızlar ve ayları ile Fâtır-ı Zülcelâl’ine tesbîhât yapar ve Sâni‘-i Zülcelâl’ine hamd eder. Ve hâkezâ, mevcûdât-ı hâriciyenin her biri, sûreten câmid, şuûrsuzken, gayet hayatkârâne ve şuûrdârâne vazîfeleri ve tesbîhâtları vardır.
İkinci Esas: Melâikenin vücûduna ve rûhânîlerin sübûtuna ve hakîkatlerinin vücûduna bir icmâ‘-ı ma‘nevî ile, ta‘bîrde ihtilâflarıyla beraber, bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil bilerek bilmeyerek ittifâk etmişler, denilebilir. Hatta maddiyâtta çok ileri giden hukemâ-yı işrâkıyyûn, meşâiyyûn kısmı, melâikenin ma‘nâsını inkâr etmeyerek, “Her bir nev‘in bir mâhiyet-i mücerrede-i ruhâniyeleri vardır” derler. Melâikeyi öyle ta‘bîr ediyorlar. Eski hukemânın İşrâkıyyûn kısmı dahi, melâikenin ma‘nâsında kabule muzdar kalarak, yalnız yanlış olarak, ‘Ukūl-ü Aşere’ ve ‘Erbâbü’l-Envâ’ diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyân, melekü’l-cibâl, melekü’l-bihâr, melekü’l-emtâr gibi, her nev‘e göre birer melek-i müekkel vahyin ilhâmı ve irşâdı ile bulunduğunu kabul ederek, o nâmlarla tesmiye ediyorlar. Hatta akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemâdât derecesine ma‘nen sukūt etmiş olan maddiyyûn ve tabîiyyûn dahi, melâikenin ma‘nâsını inkâr edemeyerek (Başka bir nüshada) ‘Kuvâ-yı Sâriye’ nâmıyla bir cihette kabule mecbûr olmuşlar. Ey melâike ve rûhâniyâtın kabulünde tereddüd gösteren bîçâre adam! Neye istinâd ediyorsun? Hangi hakîkate güveniyorsun ki, bütün ehl-i akıl bilerek bilmeyerek melâikenin ma‘nâsının sübûtuna ve tahakkukuna ve rûhânîlerin tahakkukları hakkında ittifâklarına karşı geliyorsun, kabul etmiyorsun? Mademki Birinci Esas’da isbat edildiği gibi, hayat, mevcûdâtın keşşâfıdır, belki neticesidir, zübdesidir. Bütün ehl-i akıl ma‘nâ-yı melâikenin kabulünde ma‘nen müttefiktirler. Ve şu zeminimiz, bu kadar zîhayat ve zîruhlarla şenlendirilmiştir. Hiç şu halde mümkün olur mu ki, şu fezâ-yı vâsiasekenelerden, şu semâvât-ı latîfe mütevattınîninden hâlî kalsın? Hiç hatırına gelmesin ki, şu hilkatte cârî olan nâmuslar, kanunlar, kâinâtın hayatdâr olmasına kâfî gelir? Çünkü o cereyân eden nâmuslar, şu hükmeden kanunlar, i‘tibârî emirlerdir. Vehmî düstûrlardır. Ademî sayılır. Onları temsîl edecek, onları gösterecek,(Başka nüshada) Melâike ma‘nâsını ve rûhâniyâtın hakîkatini inkâra mecâl bulamamışlar, belki fıtratın nâmuslarından ‘Kuvâ-yı Sâriye’ diye, cereyân eden kuvvetler nâmını vererek, yanlış bir sûrette tasvîr ile, bir cihetten tasdîkine mecbûr kalmışlar. Ey kendini akıllı zanneden!Sayfa 188Elifler Adedi(16)onların dizginlerini ellerinde tutacak, melâike denilen ibâdullâh olmazsa, o nâmuslara, o kanunlara bir vücûd taayyün edemez. Bir hüviyet teşahhus edemez. Bir hakîkat-i hâriciye olamaz. Halbuki hayat bir hakîkat-i hâriciyedir. Vehmî bir emir, hakîkat-i hâriciyeyi yüklenemez. İkinci Esas: Melâikenin vücûduna ve rûhânîlerin sübûtuna ve hakîkatlerinin vücûduna bir icmâ‘-ı ma‘nevî ile, ta‘bîrde ihtilâflarıyla beraber, bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil bilerek bilmeyerek ittifâk etmişler, denilebilir. Hatta maddiyâtta çok ileri giden hukemâ-yı işrâkıyyûn, meşâiyyûn kısmı, melâikenin ma‘nâsını inkâr etmeyerek, “Her bir nev‘in bir mâhiyet-i mücerrede-i ruhâniyeleri vardır” derler. Melâikeyi öyle ta‘bîr ediyorlar. Eski hukemânın İşrâkıyyûn kısmı dahi, melâikenin ma‘nâsında kabule muzdar kalarak, yalnız yanlış olarak, ‘Ukūl-ü Aşere’ ve ‘Erbâbü’l-Envâ’ diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyân, melekü’l-cibâl, melekü’l-bihâr, melekü’l-emtâr gibi, her nev‘e göre birer melek-i müekkel vahyin ilhâmı ve irşâdı ile bulunduğunu kabul ederek, o nâmlarla tesmiye ediyorlar. Hatta akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemâdât derecesine ma‘nen sukūt etmiş olan maddiyyûn ve tabîiyyûn dahi, melâikenin ma‘nâsını inkâr edemeyerek (Başka bir nüshada) ‘Kuvâ-yı Sâriye’ nâmıyla bir cihette kabule mecbûr olmuşlar. Ey melâike ve rûhâniyâtın kabulünde tereddüd gösteren bîçâre adam! Neye istinâd ediyorsun? Hangi hakîkate güveniyorsun ki, bütün ehl-i akıl bilerek bilmeyerek melâikenin ma‘nâsının sübûtuna ve tahakkukuna ve rûhânîlerin tahakkukları hakkında ittifâklarına karşı geliyorsun, kabul etmiyorsun? Mademki Birinci Esas’da isbat edildiği gibi, hayat, mevcûdâtın keşşâfıdır, belki neticesidir, zübdesidir.
Elhâsıl: Denilebilir ki, hayat olmazsa, vücûd vücûd değildir. Ademden farkı olmaz. Hayat ruhun ziyâsıdır, şuûr hayatın nûrudur. Mademki hayat ve şuûr bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve madem şu âlemde bilmüşâhede bir intizâm-ı kâmil-i ekmelvardır. Ve şu kâinâtta bir itkān-ı muhkem, bir insicâm-ı ahkemgörünüyor. Madem şu bîçâre, perişan küremiz, sergerdân zeminimiz, bu kadar had ve hesaba gelmez zevil-hayat ile, zevilervâh ile ve zevilidrâk ile dolmuştur. Elbette, sâdık bir hads ile ve kat‘î bir yakîn ile hüküm olunur ki, şu kusûr-u semâviyeve şu bürûc-u sâmiyenin dahi, kendilerine münâsib, zîhayat, zîşuûr sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi; güneşin ateşinde dahi, o nûrânî sekeneler bulunur. Nâr nûru yakmaz. Belki ateş ışığa meded verir. Madem kudret-i ezeliye bilmüşâhede en âdî maddelerden, en kesîf unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halk eder. Ve gayet ehemmiyetle madde-i kesîfeyi hayat vâsıtasıyla madde-i latîfeye çevirir. Ve nûr-u hayatı her şeyde kesretle serpiyor. Ve şuûr ziyâsıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette o Kadîr-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksânsız hikmetiyle nûr gibi, esîr gibi ruha yakın ve münâsib olan sâir seyyâlât-ı latîfe maddeleri ihmâl edip, hayatsız bırakmaz. Câmid bırakmaz. Şuûrsuz bırakmaz. Belki madde-i nûrdan, hatta zulmetten, hatta esîr maddesinden, hatta ma‘nâlardan, hatta havadan, hatta kelimelerden zîhayat, zîşuûru kesretle halk eder ki, hayvanâtın pek çok muhtelif ecnâsları gibi, pek çok muhtelif rûhânî mahlûkları, o seyyâlât-ı latîfe maddelerinden halk eder. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı da rûhânî ve cin ecnâslarıdır. Melâikelerin ve rûhânîlerin kesretle vücûdlarını kabul etmek, ne derece hakîkat ve bedîhî ve ma‘kūl olduğunu; ve Kur’ân’ın beyân ettiği gibi, onları kabul etmeyen ne derece hilâf-ı hakîkat ve hilâf-ı hikmet bir hurâfe, bir dalâlet, bir hezeyan, bir dîvânelik olduğunu, şu temsîle bak, gör. İki adam, biri bedevî, vahşi; biri medenî, aklı başında olarak arkadaş olup, İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medenî muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan, küçük bir hâneye, bir fabrikaya rast geliyorlar. Görüyorlar ki, o hâne amele, sefîl, miskin adamlarla doludur. Acîb bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hânenin etrafı da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onların medâr-ı taayyüşü ve hususî şerâit-i hayatiyeleri vardır ki, onların bir kısmı âkilü’n-nebâttır, yalnız nebâtât ile yaşıyorlar. Diğer bir kısmı âkilü’s-semektir, balıktan başka bir şey yemiyorlar. O iki adam bu hâli görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki, uzakta binler müzeyyen saraylar, âlî kasırlar görünür. O sarayların ortalarında geniş tezgâhlar ve vüs‘atli meydanlar vardır. O iki adam, uzaklık sebebiyle veyahud göz zaîfliğiyle veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle, o sarayın sekeneleri o iki adama görünmüyorlar. Hem şu perişan hânedeki şerâit-i hayatiye, o saraylarda bulunmuyor. O vahşi, bedevî, hiç şehir görmemiş adam, bu esbâba binâen görünmediklerinden ve buradaki şerâit-i hayat orada bulunmadığından, der: “O saraylar sekenelerden hâlîdir, boştur. Zîruh içinde yoktur” der. Vahşetin en ahmakça bir hezeyanını yapar. İkinci adam der ki: “Ey bedbaht! Şu hakir, küçük hâneyi görüyorsun ki, zîruh ile, amele ile doldurulmuş. Ve biri var ki, bunları her vakit tazelendiriyor, istihdâm ediyor. Bak, bu hâne etrafında boş bir yer yoktur. Zîhayat ve zîruh ile doldurulmuştur.” Acaba hiç mümkün müdür ki, şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli tezyînâtın, şu san‘atlı sarayların, onlara münâsib âlî sekeneleri bulunmasın? Elbette o saraylar umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerâit-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine, belki börek yerler. Balık yerine, baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahud gözünün kābiliyetsizliği veya onların gizlenmekliği ile görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz. Adem-i rü’yet, adem-i vücûda delâlet etmez. Görünmemek, olmamaya huccet olamaz. İşte şu temsîl gibi, ecrâm-ı ulviye ve
ak, hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa, yetîmdir, garibdir, yalnızdır. Münâsebeti, yalnız oturduğu mekân ile ve ona karışan şeyler ile vardır. Başka, kâinâtta ne varsa, o dağa nisbeten ma‘dûmdur. Çünkü ne hayatı var ki, hayat ile alâkadâr olsun. Ne şuûru var ki, taalluk etsin. Şimdi bak, küçücük bir cisme, meselâ balarısına. Hayat ona girdiği anda bütün kâinâtla öyle münâsebet te’sîs eder ki, bütün kâinâtla ve hususan zeminin çiçekleriyle ve nebâtâtları ile öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir, “Şu arz benim bahçemdir, ticarethânemdir.” İşte zîhayattaki meşhur havâss-ı zâhire ve bâtına duygularından başka, gayr-i meşhûr sâika ve şâika hisleriyle beraber o arı, dünyanın ekser envâıyla ihtisâs ve ünsiyet ve mübâdele ve tasarrufa sâhib olur. İşte en küçük zîhayatta, hayat böyle te’sîrini gösterse, elbette hayat, tabaka-i insaniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça, öyle bir inbisât ve inkişâf ve tenevvür eder ki, hayatın ziyâsı olan şuûr ile, akıl ile bir insan, kendi hânesindeki odalarda gezdiği gibi, o zîhayat kendi aklı ile avâlim-i ulviyede ve rûhiyede ve cismâniyede gezer. Yani o zîşuûr ve zîhayat, ma‘nen o âlemlere misafir gittiği gibi, o âlemler dahi o zîşuûrun mir’ât-ı rûhuna misafir olup, irtisâm ve temessül ile geliyorlar. Hayat, Zât-ı Zülcelâl’in en parlak bir burhân-ı vahdeti ve en büyük bir ma‘den-i ni‘meti ve en latîf bir tecellî-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakş-ı nezîh-i san‘atıdır. Evet, hafî ve dakîktir. Çünkü envâ‘-ı hayatın en ednâsı olan hayat-ı nebât ve o hayat-ı nebâtın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yani uyanıp açılarak neşv-ü nemâ bulması, o derece zâhir ve kesrette ve mebzûliyette ülfetSayfa 184Eliflerin Adedi(16)içinde zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmıştır. Hakîkati, hakîkî olarak beşerin aklı ile keşfedilmemiş. Hem hayat o kadar nezîh ve temizdir ki, iki vechi, yani mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pâktır, şeffaftır. Dest-i kudret, esbâbın perdesini vaz‘ etmeyerek doğrudan doğruya mübâşeret ediyor. Fakat sâir şeylerdeki umûr-u hasîseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâ-pâk keyfiyât-ı zâhiriyeye menşe’ olmak için esbâb-ı zâhiriyeyi perde etmiştir.Konuşma metni
Birinci Maksad: Melâikenin tasdîki îmânın bir rüknüdür. Şu maksadda dört nükte-i esâsiyevardır. Birinci Esas: Vücûdun kemâli hayat iledir, belki vücûdun hakîkî vücûdu, hayat iledir. Hayat, vücûdun nûrudur. Şuûr, hayatın ziyâsıdır. Hayat, her şeyin başıdır ve esasıdır. Hayat her şeyi, her bir zîhayatSayfa 183Elifler Adedi(16)olan şeye mal eder. Bir şeyi, bütün eşyâya mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile bir şey-i zîhayat diyebilir ki, “Şu bütün eşyâ malımdır, dünya hânemdir, kâinât mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür.” Nasıl ki ziyâ, ecsâmın görülmesine sebebdir ve renklerin bir kavle göre sebeb-i vücûdudur. Öyle de hayat dahi, mevcûdâtın keşşâfıdır, keyfiyâtın tahakkukuna sebebdir. Hem cüz’î bir cüz’ü, küll ve küllî hükmüne getirir. Ve küllî şeyleri, bir cüz’e sığıştırmaya sebebdir. Ve hadsiz eşyâyı iştirâk ve ittihâd ettirip, bir vahdete medâr bir ruha mazhar yapmak gibi kemâlât-ı vücûdun umumuna sebebdir. Hatta hayat, kesret tabakātında bir çeşit tecellî-i vahdettir. Kesrette ehadiyetin bir aynasıdır. Bak, hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa, yetîmdir, garibdir, yalnızdır. Münâsebeti, yalnız oturduğu mekân ile ve ona karışan şeyler ile vardır. Başka, kâinâtta ne varsa, o dağa nisbeten ma‘dûmdur. Çünkü ne hayatı var ki, hayat ile alâkadâr olsun. Ne şuûru var ki, taalluk etsin. Şimdi bak, küçücük bir cisme, meselâ balarısına. Hayat ona girdiği anda bütün kâinâtla öyle münâsebet te’sîs eder ki, bütün kâinâtla ve hususan zeminin çiçekleriyle ve nebâtâtları ile öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir, “Şu arz benim bahçemdir, ticarethânemdir.” İşte zîhayattaki meşhur havâss-ı zâhire ve bâtına duygularından başka, gayr-i meşhûr sâika ve şâika hisleriyle beraber o arı, dünyanın ekser envâıyla ihtisâs ve ünsiyet ve mübâdele ve tasarrufa sâhib olur. İşte en küçük zîhayatta, hayat böyle te’sîrini gösterse, elbette hayat, tabaka-i insaniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça, öyle bir inbisât ve inkişâf ve tenevvür eder ki, hayatın ziyâsı olan şuûr ile, akıl ile bir insan, kendi hânesindeki odalarda gezdiği gibi, o zîhayat kendi aklı ile avâlim-i ulviyede ve rûhiyede ve cismâniyede gezer. Yani o zîşuûr ve zîhayat, ma‘nen o âlemlere misafir gittiği gibi, o âlemler dahi o zîşuûrun mir’ât-ı rûhuna misafir olup, irtisâm ve temessül ile geliyorlar. Hayat, Zât-ı Zülcelâl’in en parlak bir burhân-ı vahdeti ve en büyük bir ma‘den-i ni‘meti ve en latîf bir tecellî-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakş-ı nezîh-i san‘atıdır. Evet, hafî ve dakîktir. Çünkü envâ‘-ı hayatın en ednâsı olan hayat-ı nebât ve o hayat-ı nebâtın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yani uyanıp açılarak neşv-ü nemâ bulması, o derece zâhir ve kesrette ve mebzûliyette ülfet
Madem bu nihâyetsiz tezyînât, nihâyetsiz bir vazîfe-i tefekkür ve ubûdiyet ister. Halbuki ins ve cin, şu nihâyetsiz vazîfeye, şu hikmetli nezârete, şu vüs‘atli ubûdiyete karşı milyondan ancak birisini yapabilir. Demek bu nihâyetsiz ve çok mütenevvi‘ olan şu vezâif ve ibâdete, nihâyetsiz melâike envâ‘ları, rûhâniyât ecnâsları lâzımdır ki, şu mescid-i kebîr-i âlemi saflarıyla doldurup şenlendirsin. Evet, şu kâinâtın her bir cihetinde, her bir dâiresinde rûhâniyât ve melâikelerden birer tâife, birer vazîfe-i ubûdiyetle muvazzaf olarak bulunurlar. Bazı rivâyât-ı ehâdîsiyenin işârâtıyla ve şu intizâm-ı âlemin hikmeti ile, denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı câmide-i seyyâre, yıldızlar seyyârâtından tut, ta yağmur katarâtına kadar, bir kısım melâikenin sefîne ve merâkibidirler. O melâikeler, bu seyyârelere izn-i İlâhî ile binerler. Âlem-i şehâdeti seyredip gezerler. O merkeblerinin tesbîhâtını temsîl ederler. Hem denilebilir: Bir kısım hayatdâr ecsâm, bir hadîs-i şerîfte “Ehl-i cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve cennette gezerler” diye işaret ettiği طُيُورٌ خُضْرٌ tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins ervâhın tayyâreleridir. Onlar bunların içine emr-i hakla girerler. Âlem-i cismâniyâtı seyiredip, o hayatdâr cesedlerdeki göz, kulak gibi duyguları ile, âlem-i cismânîdeki mu‘cizât-ı fıtratı temâşâ ediyorlar. Tesbîhât-ı mahsûsalarını edâ ediyorlar. İşte, nasıl hakîkat böyle iktizâ ediyor, hikmet dahi aynen öyle iktizâ eyliyor. Çünkü şu kesâfetli ve ruha münâsebeti az olan topraktan ve şu küdûretli ve nûr-u hayata münâsebeti pek cüz’î olan sudan, mütemâdiyen hummâlı bir fa‘âliyetle letâfetli hayatı ve nûrâniyetli zevi’l-idrâki halk eden Fâtır-ı Hakîm, elbette ruha çok lâyık ve hayata çok münâsib şu nûr denizinden ve hatta şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sâir madde-i latîfeden bir kısım zîşuûr mahlûkları vardır. Hem pek çok kesretli olarak vardır.
YİRMİ DOKUZUNCU SÖZاَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ ٭ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِتَنَزَّلُ الْمَلٰٓئِكَةُ وَالرُّوحُ ف۪يهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ ٭ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَب۪ي ٭Şu makam, iki “Maksad-ı Esâs” ile, bir “Mukaddime” den ibârettir. Mukaddime: Melâike ve rûhâniyâtın vücûdu, insan ve hayvanların vücûdu kadar kat‘îdir, denilebilir. Evet, On Beşinci Söz’ün Birinci Basamağı’nda beyân edildiği gibi; hakîkat kat‘iyen iktizâ eder ve hikmet yakînen ister ki, zemin gibi semâvâtın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuûr sekeneleri olsun. Ve o sekeneler, o semâvâta münâsib bulunsun. Şerîatın lisânında pek çok muhtelifü’l-cins olan o sekenelere, ‘melâike ve rûhâniyât’ tesmiye edilir. Evet, hakîkat böyle iktizâ eder. Zîrâ şu zeminimiz, semâya nisbeten küçüklüğü ve hakāretiyle beraber zîşuûr mahlûklarla doldurulması, ara sıra boşaltıp yeniden yeni zîşuûrlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrîh eder ki, şu muhteşem burçlar sâhibi olan müzeyyen kasırlar misâli olan semâvât dahi, nûr-u vücûdun nûru olan zîhayat; ve zîhayatın ziyâsı olan zîşuûr ve zevi’l-idrâk mahlûklarla elbette doludur. O mahlûklar dahi ins ve cin gibi şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinât kitabının mütâlaacıları ve şu saltanat-ı rubûbiyetin dellâllarıdırlar. Küllî ve umûmî ubûdiyetleri ile, kâinâtın büyük ve küllî mevcûdâtın tesbîhâtlarını temsîl ediyorlar. Evet, şu kâinâtın keyfiyâtı, onların vücûdlarını gösteriyor. Çünkü kâinâtı had ve hesaba gelmeyen, dakîk san‘atlı tezyînâtve o ma‘nîdâr mehâsin ile ve hikmetdâr nukūş ile süslendirip tezyîn etmesi, bilbedâhe ona göre mütefekkir ve istihsân edicilerin ve mütehayyir takdîr edicilerin enzârını ister, vücûdlarını taleb eder. Evet, nasıl ki hüsün, elbette bir âşık ister. Taâm ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihâyetsiz hüsn-ü san‘at içinde gıdâ-yı ervâh ve kūt-u kulûb, Elbette melâike ve rûhânîlere bakar, gösterir.Hâşiye: Tevâfukta hâric kalan (ي، ت، ش، د) satırların mecmûuyla, Risâle-i Nûr müellifinin hayatının başlangıcı olan 1294 (m. 1877) tarihini göstermekle beraber, isimdeki (ي) hâriç nüktesiz, tevâfuksuz kalan (ل ن) zammı ile beraber, işâret-i Gavsiyedeki iki işâret-i gaybiyeye muvâfık olarak, Risâle-i Nûr’un müntehâ-yı te’lîfi olacak olan 1364 (m. 1949) tarihini göstermekle, o iki işareti te’yîd etmekle, onlar ile teeyyüd ediyor. Risâle-i Nûr Kur’ân’ın hâs bir tefsîri olmak cihetiyle, nüzûl-ü Kur’ânın yirmi üç senesine muvâfık olarak, Yirmi Dokuzuncu Söz’ün başındaki sahîfesinin tevâfuktan hâriçte kalan harfleri satırlar ile iki işâret-i Gavsiyeye muvâfık olarak müntehâ-yı te’lîfi olacak olan bin üç yüz altmış dört (m. 1949) tarihini; ve âhirki sahîfesi elifler ile mebde’-i te’lîfi olan bin üç yüz kırk bir (m. 1926) tarihini gösterdiğinden, müddet-i te’lîf yirmi üç sene olup, Risâle-i Nûr’un menbaı ve ma‘deni olan Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın müddet-i nüzûlüne tevâfuku, i‘câz-ı Kur’ânînin bir şu‘lesi tefsîrine in‘ikâs ettiğini gösteriyor.Re’fet, Rüşdü, Husrev
Risâle-i Nûr mîzânlarından ve îmân âhiret burhânlarındanYİRMİ DOKUZUNCU SÖZBekā-yı Rûh ve Melâike ve Haşr’e dâirdir.Saîdü’n-Nûrsî BedîüzzamanBu risâlenin şirin ve latîf bir diğer tevâfuku da şudur ki, bu sözün bir kerâmet-i zâhiresi olan eliflerin tevâfukāt-ı acîbesi içinde, “Saîdü’n-Nûrsî” nin makam-ı ebcedîsi tam tamına tevâfuk ediyor. Çünkü, sahîfe başlarında gelen eliflerin mecmû‘-u adedi “beş yüz bir” olduğu gibi, “Saîdü’n-Nûrsî” aynen “beş yüz bir” dir. Elbette böyle ma‘nîdâr bir tevâfuk, kat‘iyen tesâdüf işi olamaz.Saîdü’n-Nûrsî BedîüzzamanElifAdedi(12)Risâle-i Nûr eczâlarının ekserîsi letâif-i tevâfukiyeden birer nev‘ine mazhardırlar. Bazıları hârika derecesindedir ki, buradaki dahi o hârikadandır. Onuncu Söz’ün büyük kardeşi olan bu Yirmi Dokuzuncu Söz, Onuncu Söz’den daha ileri, parlak bir tevâfukāt-ı elifiyeyi gösteriyor. Bu Söz’ü üç müstensih yazdılar. Her birisinde ayrı bir hârika göründü. Bu nüsha daha latîftir. Dikkat ettik, tekellüf de yoktur. Demek bu Söz’ün hakîkî hattı, bu nüshadaki tarzdır. Bu nüshadaki tevâfukāt-ı elifiye sun‘î olmadığına kat‘î delil şudur ki, bir müstensih (Hâşiye) gayet sür‘atli, bir tek gecede, üç sahîfe noksân olarak bu nüshayı yazmış. Hayret verici elifler bu vaz‘iyeti göstermişler. Sun‘î olsa idi, çok geceler lâzımdı. Bu nüsha, o nüshadan bir derece tanzîm ile aynen alınmıştır. Evvelki müstensihin kat‘iyen te’mînâtıyla, hem bir tek gecede yazmasının şehâdetiyle, bilerek elifler getirilmemiş, belki geldikten sonra bilinmiş. Demek gelmesi şuûr ile değil, bulunması şuûr iledir. Tevâfukāt-ı latîfesindendir ki, on altı def‘a on altı elif gelmesiyle, satırların on altısına tevâfukla gayet şirin düşmüştür. Hem bütün sahîfeler birbirine tevâfuk ediyor. Kısmen de sahîfe rakamına bakıyor. Üç elifli sahîfe bir def‘a, on iki elifli sahîfeler beş def‘a, on üç elifli iki def‘a, on dört elifli altı def‘a, on beş elifli dört def‘a, on altı elifli on altı def‘a gelmiştir. Satır başlarında tevâfuktan hâriçte kalan eliflerin yerlerine gelen hurûfâtın karşı karşıya tevâfukları, latîf ve ma‘nîdâr düşüp, kat‘iyen kasıd eseri olmadığını gösteriyor. Bu latîf tevâfukundan daha ince letâfeti şudur ki, yirmi yedinci ve yirmi dokuzuncu sahîfelerdeki on dört elif tevâfuku içinde, hâriç kalan beşinci ve yedinci satır ile, birinci ve ikinci satırların başlarında (واو) ve (با) gelmesidir. Hem tevâfuksuz kalan (ن) ve (ل) harfleri, baştaki (ي، ت، ش،د) harfleri ile beraber, satırlar yekünü ile, Risâle-i Nûr’un müntehâ-yı te’lîfinin tarihi olacak olan, bin üç yüz altmış dört (m. 1949) tarihini gösteriyor.Hâşiye: Bu acîb istinsâh, te’lîften beş sene sonradır.Hâşiye: Bu sahîfe eliflerin sahîfe tevâfukātından başka, bu risâledeki bütün sırlardan beş altı ay evvel yazıldığından, hem mukābil sahîfe bütün sahîfelere muhâlif olarak tevâfuksuz on iki rakamını gösterdiğinden, bu sahîfedeki “on iki elif” risâle eliflerinin sırlarına medâr olabilir.
Sayfa 176Suâl: Ehâdîs-i şerîfede denilmiştir ki: “Bazı ehl-i cennete, dünya kadar bir yer veriliyor. Yüz binler kasır ve yüz binler hûri ihsân ediliyor. Bir tek adama bu kadar şeylerin, ne lüzûmu var? Ne ihtiyacı var? Nasıl olabilir? Ve ne demektir?”Elcevab: Eğer insan, yalnız câmid bir vücûd olsa idi veyahud yalnız mideden ibâret nebâtî bir mahlûk olsa idi veyahud yalnız mukayyed, ağır ve muvakkat ve basit bir zât-ı cismâniye ve bir cism-i hayvânîden ibâret olsa idi, öyle çok kasırlara, çok hûrilere lâyık ve mâlik olmazdı. Fakat insan, öyle câmi‘ bir mu‘cize-i kudrettir ki, hatta şu dünyâ-yı fânîde, şu kısa bir ömürde, şu inkişâf etmemiş bazı letâifinin ihtiyacı cihetiyle, bütün dünyanın saltanatı, serveti ve lezâizi verilse, belki hırsı tok olmayacaktır. Halbuki ebedî bir dâr-ı saadette nihâyetsiz isti‘dâda mâlik, nihâyetsiz ihtiyaçlar lisânıyla, nihâyetsiz arzular eliyle, nihâyetsiz bir rahmetin kapısını çalan bir insan, elbette ehâdîsde beyân olunan ihsânât-ı İlâhiyeye mazhariyeti ma‘kūldür ve haktır ve hakîkattir. Ve şu hakîkat-i ulviyeye bir temsîl dürbünü ile rasadedeceğiz. Şöyle ki:Bu dere bahçesi gibi, (Hâşiye) şu Barla bağ ve bahçelerinin her birinin ayrı ayrı mâliki bulunduğu halde, Barla’da gıdası i‘tibâriyle ancak bir avuç yeme mâlik olan her bir kuş, her bir serçe, her bir arı, “Bütün Barla’nın bağ ve bostanları benim nüzhetgâhım ve seyrângâhımdır” diyebilir. Barla’yı zabt edip dâire-i mülküne dâhil eder. Başkalarının iştirâki, onun bu hükmünü bozmaz. Hem insan olan bir insan diyebilir ki: “Benim Hâlikım, bu dünyayı bana hâne yapmış. Güneş benim bir lâmbamdır. Yıldızlar benim elektriklerimdir. Yeryüzü çiçekli miçekli halılarla serilmiş benim bir beşiğimdir” der, Allah’a şükreder. Sâir mahlûkātın iştirâki, onun bu hükmünü nakzetmez. Bil’akis mahlûkāt, onun hânesini tezyîn eder. Hânenin müzeyyenâtı hükmünde kalırlar.Acaba bu daracık dünyada insan, insaniyet i‘tibâriyle, hatta bir kuş dahi böyle bir daire-i azîmede bir nevi‘ tasarruf da‘vâ etse, cesîm bir ni‘mete mazhar olsa, geniş ve ebedî bir dâr-ı saadette ona beş yüz senelik bir mesâfede bir mülkihsân etmek, nasıl istib‘âd edilebilir?Hâşiye: Sekiz sene kemâl-i sadâkatle bu fakire hizmet eden Süleyman’ın bahçesidir ki, bir veya iki saat zarfında şu söz orada yazıldı.Sayfa 177Hem nasıl ki, şu kesâfetli, karanlıklı, dar dünyada güneşin pek çok aynalarda bir anda aynen bulunması gibi, öyle de nûrânî bir zât, bir anda çok yerlerde aynen bulunması, On Altıncı Söz’de isbat edildiği gibi, meselâ, Hazret-i Cebrâîl Aleyhisselâm bin yıldızda bir anda, hem Arş’ta, hem huzûr-u Nebevîde, hem huzûr-u İlâhîde bir vakitte bulunması; hem Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın haşirde bir anda ekser etkıyâ-yı ümmetiyle görüşmesi; ve dünyada hadsiz makamlarda bir anda tezâhür etmesi; ve evliyânın bir nevi‘ garibi olan abdâlların bir vakitte çok yerlerde görünmesi; ve avâmın rüyada bir dakikada bir sene kadar işler görmesi ve müşâhede etmesi; ve herkesin kalb, ruh, hayâl cihetiyle bir anda pek çok yerlerle temas edip alâkadârâne bulunması ma‘lûm ve meşhûd olduğundan, elbette nûrânî, kayıdsız, geniş ve ebedî olan cennette, cisimleri ruh kuvvetinde ve hıffetinde ve hayâl sür‘atinde olan ehl-i cennet, bir vakitte yüz bin yerlerde bulunup yüz bin hûrilerle sohbet ederek yüz bin tarzda zevk almak, o ebedî cennete, o nihâyetsiz rahmete lâyıktır. Ve Muhbir-i Sâdık’ın (asm) haber verdiği gibi, hak ve hakîkattir. Bununla beraber, bu küçücük aklımızın terâzisiyle, o muazzam hakîkatler tartılmaz.İdrâk-ı maâli bu küçük akla gerekmez.Zîrâ bu terâzi o kadar sıkleti çekmez.سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُرَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا