Vogue'un o meşhur sorusuna cevap veriyoruz: "Erkek Arkadaşa Sahip Olmak Utanç Verici Mi?" Bu bölümde, sevmekten utanma hissini masaya yatırıyor ve "Hayır, utanç verici değil!" diyerek modern sinizme karşı bir manifesto yayınlıyoruz. İlişkimizi saklama çabası, bir özgürlük mücadelesi mi, yoksa "Cool" görünme tuzağı mı?
Her sabah yeniden başlıyoruz.Aynı düşünceler, aynı yokuş, aynı taş.Dışarıdan her şey yolundaymış gibi görünür,ama zihin bazen hâlâ oradadır — o ilk düşüşte.
Bu bölüm, depresyondan “çıkmak” fikrini sorguluyor.Belki de mesele çıkmak değil, taşla birlikte yürümeyi öğrenmektir.
Bilimin diliyle beyin, duygusal işlemleme farklarını anlatıyor;felsefenin diliyleyse, insanın kendi varoluşuna karşı verdiği mücadeleyi.
Bu bir modern Sisifos hikayesi:Taş aynı, ama her seferinde biraz daha farklı bir ben taşıyor onu.
Sanat gerçekten herkes için mi, yoksa yalnızca entelektüel elitlerin anlayabileceği bir alan mı? Bu bölümde, Adorno ve Bauman’ın bakış açılarıyla sanatın elitliği, kapitalist tüketimle ilişkisi ve günümüz sokak sanatının özgürleştirici gücü üzerine derin bir yolculuğa çıkıyoruz. Sanatın paradoksunu, derinleşme ile erişilebilirlik arasındaki kırılgan dengeyi ve anlamın yerini markalaşmış imajın aldığı dünyayı konuşuyoruz.
Ayrıca, tartışmayı derinleştirmek isteyenler için 2 kitap ve 2 film önerisiyle sanatın hem entelektüel yoğunluğunu hem de toplumsal bağlamını keşfetmeye davet ediyoruz. Sanat, galerilerden sokağa, kitaptan ekrana taşan bir deneyim; derinleşmek isteyen herkes için hâlâ bir alan.
Hayat bazen bir bar gibi; hep ben kokteyli hazırlayan, shaker’ı sallayan, masadaki herkese sunan taraf oldum. Ama ya ben oturup kendi kadehimi içseydim? Bu bölümde ilişkilerde hep en çok veren olmak, koşullu sevgiyle büyümek ve aidiyet hissini aramak üzerine konuşuyorum. Kendimize şefkat göstermeyi, sevilmenin sadece çaba harcamakla olmadığını keşfediyoruz.
Bu bölümde farkındalık üzerine derin bir yolculuğa çıkıyoruz. Fark etmek yeterli mi, yoksa farkındalık sonrası sorumluluk başlıyor mu? Bazen neyi değiştirmemiz gerektiğini biliyoruz, ama yapamıyoruz… İçsel çatışmalar, hareketsizlik ve bilinçli eylem arasındaki o hassas dengeyi keşfediyoruz.
Buda’nın Sekiz Aşamalı Yol’u, Stoacı düşünürlerin erdemli yaşam anlayışı ve modern psikolojinin farkındalık vurgusundan yola çıkarak, fark etmenin yalnızca başlangıç olduğunu, asıl sorumluluğun ve dönüşümün eylemle geldiğini ele alıyoruz.
Sylvia Plath’in günlüklerinden ve Memoir of a Snail – Bir Salyangozun Anıları filminden ilhamla, farkındalık çemberini hem içsel hem toplumsal boyutlarıyla inceliyoruz: Bilmek, görmek, ama harekete geçememek; eylemsizliğin hem kendimize hem çevremize olan etkisi…
Bu bölüm, farkındalığın yükünü ve aynı zamanda sunduğu özgürlüğü hissederek, küçük ama güçlü adımlar atmanın önemini hatırlatıyor. İçsel çatışmalarınızla yüzleşmeye, sorumluluğunuzu keşfetmeye ve dönüşüm çemberine ilk adımı atmaya hazır olun.
Gün içinde değişen benlikler, tatminsizlik ve utanç hissi… Bu bölümde, neden her gün hatta gün içinde olmak istediğimiz kişiler değişiyor, neden kendimizi yetersiz hissediyoruz ve bu kararsızlıkla nasıl başa çıkabileceğimizi konuşuyorum. Influencer’lardan antik filozoflara, Epiktetos ve Seneca’nın öğretilerinden modern psikolojik içgörülere kadar bir yolculuk var: Başkasının ne düşündüğüyle kendini zehirlememek, kendi benliğine dürüst olmak ve utanç hissetmeden kendini keşfetmek.
Edouard Levé’nin Intihar kitabından ilhamla, karanlık düşünceler ve intihar farkındalığı üzerine de kısa bir duraksama yapıyoruz; kendi tatminsizliğimizle yüzleşirken farkındalığın önemini konuşuyoruz. Ve tabii, sonunda bir film önerisiyle, içsel yolculuğumuzu sinematografik bir kapanışla sonlandırıyoruz.
“Mutluluk peşinde koşarken, bazen fark etmeden hayatın en güzel sahnesini arkada bırakıyoruz.”
Bu bölümde dopaminin peşinde koşma halimizi, sürekli daha fazlasını ararken elimizdeki anı nasıl yitirdiğimizi konuşuyoruz. Kırılmanın, beklemenin, tatminsizliğin ve öğrenmenin iç içe geçtiği bu döngüyü sorguluyoruz. Felsefeden günlük hayata, ilişkilerden kendi iç sesimize kadar… Belki de asıl mesele, bize ayrılmış o koltuğa oturup sahneyi izlemekti.
Bu bölümde, dinin saf inanç boyutunu değil; onu şekillendiren, yöneten ve kimi zaman istismar eden sistemleri konuşuyoruz. Dogmaların ardındaki güç ilişkilerini, kutsal söylemin nasıl otorite aracına dönüştüğünü ve inanç ile kurumsal çıkar arasındaki çelişkileri inceliyoruz. Tarihsel örnekler, kişisel gözlemler ve eleştirel sorular eşliğinde, dini yapıların insan ruhundaki boşlukları nasıl doldurduğunu ama aynı zamanda nasıl manipüle ettiğini sorguluyoruz.
Bu bölümde, Ingmar Bergman’ın The Seventh Seal (1957) filmi üzerinden Tanrı'nın sessizliğiyle yüzleşiyoruz. Tanrı’nın suskun kaldığı bir evrende insan hangi soruları sorar, hangi cevaplarla yaşar? Varoluşun ağırlığı, ölümün kaçınılmazlığı ve anlam arayışının sancılı yalnızlığı…
Bazen sorular vardır ki, cevapsız bırakıldıklarında daha çok şey anlatırlar.
Ve sessizlik… belki de Tanrı’nın en yüksek sesidir.
Bu bölümde, fark edilmekle görünür olmanın ne kadar iç içe geçtiğini ama bir o kadar da karmaşık hisler taşıdığını konuşuyorum. Çünkü bazen sadece “orada olmak” bile yeterince zorlayıcıyken, bir de kendi halinle fark edilmek, daha derin bir cesaret istiyor.
Kendin olmanın bedelini bilmeden, kalıpların dışında var olmanın ne kadar yargı topladığını deneyimlemeden bunu anlamak kolay değil. Ne zaman kendimizden ödün veririz?
Ve ne zaman, artık başkası gibi davranamayacağımızı fark ederiz?
Belki de bu bölüm, tam da bu sorularla yüzleşmek için bir durak. Yıldız şeklinde bir buz musunuz yoksa küp mü?
Bu bölümde hepimizin hayatında bir noktada sorduğu soruya odaklanıyoruz: Ben kimim? Benliğim benden ne istiyor?
Ruh ve beden arasındaki o görünmez dengeyi, içsel çatışmalarımızı, otantik benliğimizi yaşamanın zorluklarını konuşuyoruz. Sylvia Plath’tan Aristoteles’e, Theseus’un Gemisi’nden kendi hayatımıza kadar uzanan bir yolculuk...
Kendi incirlerinizi seçmeye hazır mısınız?
Bu bölüm, bastırdığımız düşünceler, kaçınmaya çalıştığımız duygular ve zihnin ironi paradoksu üzerine bir davet.
Neden “sakın düşünme” dediğimiz şeyleri daha çok düşünürüz?
Felsefi ve psikolojik bir yolculuğun ilk adımı: kendi zihnimize bakmak, oradaki pembe fili fark etmek...
Bir düşünceye tutunmadan önce, onu gerçekten düşündük mü?